14 Eylül 2009 Pazartesi
Putin: Ukrayna'nın yerini Türkiye alacak
Rusya üzerine araştırmalar yapan uzmanların yer aldığı Valday Grup'la görüşmesinde Putin'in, Türkiye ile enerji ilişkilerine değindiği ve bu konuda Ukrayna'nın yerini gelecekte Türkiye'nin alabileceğini söylediği ortaya çıktı.
Rusya, Avrupa doğalgaz sevkiyatının yüzde 80'inini Ukrayna üzerinden yapıyor. Bu ülke ile siyasi ve ekonomik konularda sorun yaşayan Moskova, enerji ulaşım yollarını çeşitlendirmek için çalışmalarını sürdürüyor. Kuzey Akım doğalgaz boru hattı ile Avrupa'nın kuzeyine ulaşmayı planlayan Moskova, Güney Akım doğalgaz boru hattı ile ilgili de çalışmalarını yoğunlaştırdı.
6 Ağustos'ta Türkiye'ye bir ziyaret gerçekleştiren Rusya Başbakanı Vladimir Putin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'la Güney Akım anlaşmasını parafe etti.
Valday Düşünce Grubu ile kapalı kapılar ardında görüşen Putin'in açıklamaları kısmi olarak basına yansımaya devam ediyor. Putin'in 2012'de yeniden Kremlin'e dönebileceği sinyallerinin geldiği görüşmede Putin'in Türkiye ile ilgili de açıklamalarda bulunduğu kaydedildi.
The Moscow Times'da yer alan haberde, Alman düşünce kuruluşu uzmanı Aleksander Rahr'ın Rusya'nın doğalgaz ihracı ile ilgili sorusunu yanıtlayan Putin'in batı transit yolu olarak Ukrayna'nın yerini artık Türkiye'nin alacağını söylediği yer aldı.
Kommersant gazetesi de, Putin'in Erdoğan'la yapacağı telefon görüşmesi nedeni ile toplantının 2,5 saatte bitirilmek zorunda kalındığını yazdı. (CİHAN)
Zaman Gazetesi 14.09.2008
20 Ocak 2009 Salı
“Makbul Başkan” Obama
NPQ Türkiye dergisinin 2009 yılına ait ilk sayısında, dünyanın ilk 100 entelektüeli arasında gösterilen, Prof. Dr. Tarık Ramazan’a ait “Umudun Adı Obama” adlı yazıyı okumak, benim için gerçeklerle yüzleşmek adına son damla oldu. Ramazan, yazısının son bölümünü şu uyarıyla bitiriyor: “Her türlü değişim memnuniyetle karşılanır; ama bu arada, özellikle Filistin halkının onurunu tanımayı engelleyen, gezegenin her köşesine yoksulluk ve güvensizlik yayarak yıkım getiren, siyasal ya da ekonomik düzenin kutsal dogmalarına karşı eleştirel titizliğimiz gevşememelidir.” Bu sözleri, müstakbel ABD Başkanı Obama’nın geçtiğimiz haftalarda Havai’de “Golf Oynarken” çekilen “keyifli” fotoğrafları ile birleştirince Ramazan’ın sözleri ete kemiğe bürünmektedir. “Ama”larla başlayan ya da biten yazılardan hiçbir zaman haz duymamışımdır. Ancak şimdi anlıyorum ki Obama için kocaman bir “AMA” demek gerekiyormuş. Obama, Kasım 2008’deki Başkanlık seçimleri sonrası yaptığı tüm seçimler ile yavaş yavaş bir hayal kırıklıkları kulesi inşa etmeye başlamıştır. Bu kulenin en hızlı yükseldiği kısım önce ABD’de ve İsrail’de, İsrail devletine lehine kayıtsız onayı/teslimiyetini içeren konuşmaları ve sonrasında ise dış politika ekibini oluştururken yaptığı seçimler olmuştur. Açıktır ki tüm parlatma çabalarına karşın Obama’nın dış politika seçimi ABD’de ana akım (main stream) siyasetin tam merkezinden yapılan ve “değişim” ile herhangi bir ilgisi olmayan, makyaj malzemesidir.
Obama’nın ABD’nin 44. Başkanı olduğunun ilan edildiği seçim sonuçları sonrası kaleme aldığımız bir yazıda, kısaca Obama’nın Michael Jackson’dan ziyade Martin Luther ve Malcolm X ile özdeşleştirerek, ülkemizdeki Jackson’lara dikkat çekmiştim. Ne var ki geçen sürede ironik bir şekilde Michael Jackson’ın Müslüman olduğu iddia edilirken, Obama’nın hızla Jacksonlaşmasını veya mevcut Jackson’lığını vurgulama/onaylatma sürecine girdiğini izlemek aslında ironik bir şekilde beklenen bir şaşkınlıktı. Obama “mucizelerin adamı” olmaktan hızla sıradan bir “Başkan” olmaya doğru ilerlemekteydi. Okumalarımdan edindiklerim de Obama ile ilgili kuşkularımı doğruladı: Obama, rengine rağmen “Ana Akım bir Amerikalı”dır. Eleştirel olmaktan ziyade, dengeci, orta yolcudur. O nedenledir ki Demokrat Parti’nin Chicago’daki belli belirsiz bir üyesiyken, bir anda dünyaya umut olacak, belki de ABD’ye karşı eleştirelliğini sınırlayacak bir “figür” haline getirilmiştir. Bu çerçevede Ramazan yukarıda belirttiğimiz yazısında belki de Obama’nın esas yükseliş sebebini ortaya koymaktadır: “Artık ABD’nin siyah bir Amerikalı’nın seçilmesine hazır olduğu ortaya çıkarken, göstergeler Eylül 2001 sonrasında yeni bir derin Müslüman karşıtı ırkçılığın yükseldiğine işaret ediyor.” Dikkat edilirse Obama’nın Başkanlık seçimleri süresince sürekli reddetmek zorunda kaldığı geçmişe ait kimliği “Müslümanlık” olmuştur ki, ABD’nin Dışişleri eski Bakanı ve Irak Savaşı’nın aklayıcısı Colin Powell’ın bu konudaki açıklaması gayet manidardı: Obama, Müslüman değildi; siyah ve Hıristiyandı. Kendi siyahları ile barışan ABD, yeni siyahlarını ve ötekisini belirlemiştir. Bunun gövdesini de Obama oluşturmaktadır.
Obama’nın ABD Başkanlığına seçimi sonrası küresel kamuoyunun beklentisi aksine, dış politika ile ilgili yapılan yorumlarda Obama’lı Amerika’nın dış politikada iki hedefi olacağı üzerinde duruluyor: Afganistan-Pakistan hattı ve Afrika çizgisi. İlginç bir rastlantı ile Aralık ayı içinde dünya, Hindistan’ın Mumbay kentine yapılan ve Pakistan gizli servisinin desteği ile gerçekleştirildiği iddia edilen kanlı terör saldırısı ile şok olurken, diğer bir gündem maddesi ise Afrika’da ortaya çıkan Somalili “dehşet” saçan korsanlar olmuştur ki, Somali’nin sahip olduğu zengin petrol ve uranyum kaynaklarını bu haberlerin yalnızca bir kısmında ve satır aralarında görebiliyorduk. Kısaca, Obama’ya çok net bir mesaj veriliyordu, esas görev Afrika ve Pakistan, diğerleri ise talidir. İşte Gazze’de yaklaşık bir aydır yaşanan ve insanlık adına utandıran görüntüler, tek taraflı savaş, bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. Ortadoğu bir kez daha İsrail merkezli bir ABD dış politikasına teslim edilmiştir.
Maalesef Obama ilk iki ayındaki icraatleri ve duruşu ile yine Ramazan’ı dinleyecek olursak, “bir Afgan’ın, bir Iraklı’nın ya da bir Müslüman’ın yaşamının Amerikalınınkinden daha değersiz olmadığını sergileyecek simgesel eylemlerle” işe başlayamamıştır. Obama ve Değişim kelimelerini yan yana getirenlerin kastettikleri bu olmasa gerek. Bu gidişle, siyasal terimler sözlüğümüzde “Obamania”nın yerini “Obamalılaşmak” alacaktır ki, gönlümüz bunu hiç istememektedir. Obama’nın taşıdığı çoklu kimlikte ne yazık ki değişime ve açıklığa “semt” olarak dahi yer olmadığı görülmektedir. Son günlerde yaptığı iki açıklama incir çekirdeğini doldurmayacak şekildedir. Ve maalesef ABD Başkanları 2008 yılına son derece çarpıcı iki fotoğraf ile veda etmek zorunda kalmıştır: Birincisi 43. ABD Başkanı Bush’a Iraklı bir gazetecinin ayakkabısını fırlattığı poz, diğeri ise Gazze yanar ve yıkılırken, 44. ABD Başkanı Barack Obama’nın kendisini “makbul Başkan” sıfatını onaylatmak amacıyla çektirdiği gülümseyen yüzüyle “Golf Oynayan Başkan” pozudur. 20 Ocak 2009 günü edeceği yemin ile görevine resmi olarak başlayacak olan Barack H. Obama dileriz ki “Amerikan Realizminin” değil, dünya gerçeklerinin sözcüsü olur, yoksa gelecek dört sene hiç de dünyanın umduğu gibi geçmeyebilir.
Sernur Yassıkaya
Dış Politika Uzmanı
20.01.2009
21 Ağustos 2008 Perşembe
TERÖR DALGASI (MI?)
30 temmuz tarihinden bugüne bakıldığında iki önemli tespitte bulunabiliriz.
1) Terör saldırılarındaki artış
2) Türkiye’nin çevre bölgelerinde artan gerilim. Gürcistan bağlamında ABD ve Rusya arasında beklenen çatlağın ortaya çıkmasıdır.
Türkiye’miz Güngören’de 17 vatandaşımızın canına malolan saldırıdan bugüne kadar saldırılar artış göstermektedir.
Öyle ki bu saldırılar İstanbul’un orta yerinde 1. Ordu Komutanlığını hedef alacak ve havan kullanacak kadar gözü kara bir hal almış durumdadır.
Bununla birlikte terör eylemlerinin şehir merkezlerine ve Türkiye’nin, BTC hattı ve Mersin gibi stratejik noktalarını hedef almaya başladığı da gözlerden kaçmamaktadır.
Erzincan ve çevresinde terör saldırılarının yükselmesinin terör örgütünün olağan saldırılarından saymak mümkün değildir.
Bu noktada PKK’nın BTC projesi gündeme geldiğinde, hattın Türkiye güzergahlarında eylemlerini artırmasını hatırlamakta fayda vardır.
Erzincan ve Mersin hattında son günlerde meydan gelen ve belirli bir stratejinin izlendiği şüphesi uyandıran terör saldırıları, Nabucco projesi ile Türkiye’nin güvenilir ve güvenli ülke görünümü bozularak enerji köprüsü olma özelliğine ket vurulmak mı isteniyor sorusunu akla getirmektedir.
Bununla birlikte İstanbul, İzmir, Mersin gibi kentlerde meydana gelen bombalı saldırılar, bu kentlerimizde toplumsal fay hatlarını harekete geçirmeye dönük bilinçli eylemler olarak da görmek gerekmektedir.
AK Parti’nin Güneydoğu bölgesinde yerel seçimler sürecinde önemli başarılar elde edeceğine dönük sinyaller alınmaktadır. AK Parti’nin Güneydoğu özelinde tek seçenek olması kimi çevrelerin ortak hareket etmesi sonucunu doğurmuş olabilir.
AK Parti’nin söz konusu özelliğini hem zayıflatma hem de toplumsal gerilimi yükselterek, “DTP Aleyhine Açılan Kapatma Davasının Sonucuna” göre yerel seçimleri Kürt Sorunu ile ilgili bir “referanduma” dönüştürerek, bölgesel gerilimi artırma çabası olarak da okunabilir.
Bu noktada terör başı Abdullah Öcalan’ın söylediği ileri sürülen “Ergenekon Davasında Kürtler Taraf Olmasın” sözü dikkat çekmektedir.
Nabucco’nun aktif ve tam kapasite olarak çalışması için İran doğalgazının da hatta eklenmesi uzmanlarca zorunlu kabul edilmektedir.
Bununla birlikte Türkiye ile Ermenistan arasındaki yumuşama sinyalleri de Orta Asya enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden taşınması için önemli bir olanak meydana getirmektedir.
Türkiye’nin aktif diplomasi girişimleri ile oluşturduğu bu alternatifi güzergahlar, Rusya’nın Avrupa üstündeki “enerji politikası”na önemli bir darbe olabilecektir.
Tabii bunun için Türkiye’nin içeride istikrarlı bir görünüm çizmesi şart gözükmektedir. Türkiye’nin bölgemizde artan etkinliği ile beraber, tükenme noktasına geldiği düşünülen terör örgütünün saldırılarına hem kırsal hem de kentte hız vermesi düşündürücüdür.
Terör saldırılarının hedef gözeterek meydana gelmesi ve bir artış trendi içinde olması, aklımıza en kötü ihtimal olan “terörle yıldırma” taktiğini getirmektedir. Özellikle son terör saldırılarının ikisinin canlı bomba olduğu belirtilen kişilerin araçlarını havaya uçurarak gerçekleştirmeleri, birbirinden kötü olasılıkları (Iraklaşma – Lübnanlaşma) da düşündürmektedir.
Açıktır ki, Mersin’de Erzincan’da, Yüksekova’da, İstanbul’da, İzmir’de hem askeri hem de emniyet kuvvetlerine dönük terör eylemleri ile “Terör Dalgası”nın Türkiye’yi vurması; Türkiye istikrarsızlaştırılmak mı isteniyor sorusuna sebep olmaktadır.
Bu terör dalgasının, Türkiye’yi güvenlik algılamalarının, sivil siyasetin önüne çıktığı 1991-1999 arasındaki döneme geri döndürerek, sivil siyasetin alanının daraltılıcı bir etki yapmasını amaçladığı da düşünülebilir.
Türkiye’deki tüm kesimlerin mutabık olacağına inandığım şekilde hiç kimse Türkiye’nin dünyaya gözlerini kapadığı ve neredeyse demokrasinin sözde kaldığı o dönemlere geri dönmek isteyeceğini düşünüyoruz.
Bu çerçevede AK Parti hükümetine acil olarak mevcut terör dalgasını görerek, gerekli siyasal, sosyal ve tabii ki güvenlik tedbirlerini almaya gerekirse bir acil eylem planı oluşturarak, Türkiye’yi istikrarsızlaştırmayı ve artan etkinliğine son vermeye dönük girişimleri, akamete uğratma yönünde çalışmalara başlamaya çağırıyor ve tedbir alması gereğini vurguluyoruz.
Söz konusu terör eylemleri karşısında sivil siyasetin inisiyatifi elinde tuttuğunu göstermesi gerektiğine inanıyoruz.
30 Temmuz sonrası AK Parti’nin sinir uçlarının ve reflekslerinin daha hassas olması gereken bir dönemden geçiyoruz. AK Parti’nin insan kaynağını en verimli şekilde kullanacağını ummaktayız.
AK Parti en üst kademeden başlayarak bu gelişmelere set çekecek ve Yasin Aktay’ın ifade ettiği gibi “Adalet” olgusunu öne çıkartacak adımlar atmak durumundadır.
Türkiye’yi içe kapatma çabasının bir aracı olduğu görülen terör dalgasına en iyi cevap, AK Parti’nin demokrasi, adalet ve refah üçgeninde atacağı adımlar olacaktır.
Sernur Yassıkaya
Dış Politika Uzmanı
21.08.2008
BATI’NIN KAYBOLAN AHLAKİ ÜSTÜNLÜĞÜ...
Küreselleşme ile birlikte bilgi ve iletişim olanaklarında olağanüstü artış diğer devletlere de imkan verildiği zaman gelişebilecekleri ve zenginleşebilecekleri yolunda umut olmuştur. Bu umudu en iyi şekilde değerlendiren ülkeler Çin ve Hindistan olmuştur. İki ülke de küreselleşmenin beraberinde getirdiği fırsatları, insan kaynağını belirli bir vizyon ve strateji çerçevesinde değerlendirdikleri taktirde avantaj sağlayacaklarını görmüşlerdir. İşin traji-komik yanı, 2050’lerde dünyanın süper güçleri olması beklenen iki ülkenin de bu gelişimlerini, Batılı ülkelerin küremize sunduğu iki olguyla, liberalizm ve kapitalizmi kendi değerleri çerçevesinde yorumlayarak elde etmiş olmalıdır. Kısacası, bugün Batı’ya rakip olan iki ülke ve çevre bölgeleri bir bakıma Batılı liberal-kapitalist aklın çocuklarıdırlar. Batı’da bilgi toplumunun yaşandığı süreçte, sanayi üretiminin de söz konusu ülkelere ve çevrelerine yerleşmesi, önemli bir itici güç oluşturmuştur. Sanırız ki Batı medeniyetinin, diğer medeniyetlere kibirli bakışı ve dünyada ne olacaksa bizim kontrolümüzde olur hesabı, Güneydoğu Asya’da pazardan dönmüştür. Güneydoğu Asya halkları Batı’nın algılayamayacağı bir hızla gelişim göstererek ve öğrenerek sadece taşeron olmayacaklarını göstermiştir. Batı toplumları hızla yaşlanır ve esnekliğini ve sözde dünyaya açıklığını kısmen ABD hariç kaybederken, Güneydoğu Asya ve kürenin diğer merkezlerinde, medeniyetlerin yeniden dirilişine şahit olmaktayız. İslam’ı da bu dirilen medeniyetler arasına yerleştirmekte herhangi bir sakınca görmüyorum.
Bugün, İslam dünyasında ve müslüman toplumlarda, dünya ile barışık, zamanın getirdiklerini benimsemiş genç bir nüfusun varlığı dikkat çekicidir. Bu genç nüfus İslam’ı kendileri için bir engel değil bilakis beraber yükselecekleri bir kimlik olarak görmektedirler. Türkiye’nin bu konuda önemli bir örnek olduğu kanaatindeyim.
İşte küreselleşmeyi yerel değerlere eklemleyerek meydana gelen bu yeni yükseliş, Batı’nın 400 yıldır sürdürdüğü ayrıcalığa karşı ilk önemli direniş hattını oluşturmaktadır. Bir yandan kadim Çin medeniyetinin, doğu ahlakının yükselişi, diğer yandan İslam’ın kendini yenilemesi, Batı’nın ahlaki üstünlüğüne karşı önemli rakipler olarak çıkmaktadır. Batı medeniyetinin pragmatist ve subjektif ahlaki yaklaşımının, Bosna’da, Irak’ta, Filistin’de, Afganistan’da, nükleer silahların yayılmasının engellenmesine dönük çifte standartta ve en son Doha Round’unda görüldüğü üzere şartlar aleyhine döndüğünde çözümsüzlüğü çözüm gören anlayışında iflas ettiğinin görülmesi, insanlığı yeni arayışlara itmektedir. Bu noktada insan hakları, hukukun üstünlüğü ve refah devleti gibi unsurların artık insanlığın ortak değeri olduğunu kaydetmemiz gerekiyor.
Batı artık bu değerlerin tek sahibi değildir. Avrupa’da ve ABD’de yükselen müslüman ve yabancı düşmanlığı, Batı medeniyetinin toleransının da sınırını göstermiştir. Almanya’da Türk kökenli vatandaşların görünürlüğünü artırdıkça mazur kaldıkları ayrımcılık bu sınırın en önemli göstergesidir. Kısacası diğerlerinin yükselişini görürken şimdilik sadece ahlaki açıdan da olsa Batı’nın düşüşüne şahit olmaktayız. Bir yanda piyasacılar, bir yanda askeri sanayi kompleks taraftarları tepişirken, dünyamız yeni bir doğumun eşiğinde. Söz konusu iki taraf bu doğumu engellemenin peşinde mi?
11 Eylül’den sonra dünyamızın çeşitli bölgelerinde artan gerilimler, Afrika’da yaşanan bölüşüm mücadelesi, Batı dünyasının haşarı çocuğu Rusya’nın önlenemez ve başına buyruk! yükselişi, İran ve İsrail’in karşılıklı salvoları. Son olarak Gürcistan üzerinden kopan kızılca kıyametle ortaya çıkan Batı iki yüzlülüğü, benim işgalim iyi benimkisi kötü, karşımızda sanki bir komedyanın oynadığı hissini uyandırıyor. Irak’ta, Filistin’de, Burma’da, Filipinler’de, Doğu Türkistan’da yaşananlar insanın aklına geldikçe Gürcistan paradosi insanın canını acıtıyor. İnsanın aklına ister istemez de takılıyor: sanki bir el dünyayı Rusya üzerinden yeniden ikiye bölerek, iktidarını devam ettirmek istiyor. 400 yıldır dünyayı yönetenler artık paylaşmayı da öğrenmeliler.
Sernur Yassıkaya
Dış Politika Uzmanı
19.08.2008
29 Ağustos 2007 Çarşamba
ADL VE DEĞİŞEN RESİM
ADL VE DEĞİŞEN RESİM
Washington merkezli Anti-defamation League (ADL)’in “1915 Olayları”nı –Soykırım- olarak kabul ettiğini açıklaması, Türkiye’nin gündemine bomba gibi düştü. Esas ilginç olan nokta ise ADL’in bu açıklamasının Türk işadamı Jak Kamhi’ye “Devlet Üstün Hizmet Madalya”sının verilmesinin ardından gerçekleşmesidir.
Peki ADL’in aldığı bu kararı nasıl açıklayabiliriz? Öncelikle belirtmek gerekir ki İsrail’de ve Yahudi çevrelerinde “1915 Ermeni Olaylarına” dönük bir duygusal yakınlık bulunduğu bilinmektedir. Örneğin doksanlı yıllar içinde Sözde “Ermeni Soykırımı” İsrail’de ders kitaplarına konulmak istenmiş ancak bu girişim, hem Türkiye’deki Yahudi Topluluğu hem de Türkiye ile ilişkilere önem veren İsrail sağının girişimleri tarafından engellenmiştir.
Özellikle doksanlı yıllarda büyük gelişim gösteren ve “Stratejik Ortaklık” tanımı ile değerlendirilen Türkiye-İsrail ilişkileri için belli başlı fay hatları İsrail tarafı için Filistin sorunu iken Türk tarafı için “Kürt Meselesi” ve “1915 Ermeni Olayları” ile ilgili iddialar ola gelmiştir. Bu nedenle her iki tarafta bu sorunlar üzerinde hassasiyet göstermiş, ilişkileri bu sorunlar üzerinden tanımlamaktan dikkatle kaçınmışlardır.
İsrail sağının “Şahin Politikaları”nın doksanlı yıllarda Türkiye ile ilişkilerde kazandığı girişim üstünlüğü, ve Şimon Peres’in temsil ettiği “Arap ülkeleri ile ilişkileri geliştirme” yanlısı ekolün zayıflığı, Türkiye-İsrail ilişkilerinin realist politikalar çerçevesinde yürütülmesini kolaylaştırmıştır. Bu dönemde Türkiye’de de Ortadoğu politikalarına “Şahin” bir bakış açısıyla yaklaşan ve İsrail’in çıkarlarıyla Türkiye’nin çıkarlarını paralel gören askeri ve sivil bürokrasinin de varlığı göz önünde tutulmalıdır. Özellikle bu dönemde Türk siyasilerin Washington’daki Yahudi lobi kuruluşlarına (JINSA, ADL gibi) ziyaretlerini sıklaştırdıkları ve çeşitli ödüller aldıkları da görülmektedir. O nedenle Türkiye İsrail ilişkileri ile Türkiye’nin Washington’daki Yahudi Lobilerine yakınlığını ayrı düşünmek mümkün değildir.[1] Türkiye ne zaman İsrail ile ilişkilerini geliştirmişse, Washington’daki Yahudi Lobileriyle de ilişkilerde gelişme gözlenmektedir. O nedenle İsrail’in ADL’in açıklaması bizi bağlamaz açıklaması temelsizdir. Bu noktada sadece Türkiye’deki Yahudi toplumunun gelişmelerde bir etkisinin bulunmadığını belirtmemizde yarar vardır.
Resim Değişti!
Kimileri ADL’in son kararını, ABD iç siyasetindeki dengeler oyununa ve Ermeni Lobisi’nin baskısına indirgemeye çalışmaktalar. Ancak daha makro bir çerçevede soruna yaklaşmamız gerekmektedir. Bu da 11 Eylül 2001 terör saldırıları sonrası uluslararası sistemde meydana gelen değişiklikler ve bunun Türkiye’nin çevre jeopolitiğine yansımaları ile ilgilidir. ABD’nin 11 Eylül sonrası “hard power”ı öncelikli araç olarak kullanacağını açıklaması ve İsrail’in “sertlik” yanlısı politikalarına destek veren yaklaşımı, Ortadoğu’daki güçler dengesinde önemli kaymalara sebep olmuştur. Irak, Suriye, İran gibi ülkeler ABD’nin öncelikli hedefi haline gelirken Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan gibi Sünni Arap ülkeleri de “Olağan Şüpheliler” durumuna düşmüştür. Libya gibi ülkeler ise zoru görüp mevcut rollerinden çark etmekten hiçbir beis görmemişlerdir. Bu resim, İsrail’e Ortadoğu’da önemli bir Stratejik Derinlik kazandırmış ve Türkiye ile mevcut ilişkilerde bir zemin kayması sonucunu doğurmuştur. Türkiye’de ise aynı dönemde, PKK terör örgütüne karşı askeri üstünlük sağlanmış, terör faaliyetleri tükenme noktasına ulaşmıştır. Suriye ile devletin en üst makamının temsiliyle, bir bahar havasına girilmiş, ilişkilerin seyri hızla pozitif bir görünüm almıştır. Irak ve İran ile ticari diplomasi alanında önemli adımlar atılmış, özellikle İran ile enerji alanında yakınlaşma gözlenmiştir. Yunanistan’la ilişkilerde görünüm son dönemlerde olmadığı kadar iyimserleşmiş ve en önemlisi AB ile ilişkilerde tam üyelik müzakerelerinin başlamasına vesile olacak yeni bir diplomatik girişim başlatılmıştır. Kısacası Türkiye’nin çevresiyle ilgili güvenlik endişeleri doksanlı yıllarla kıyaslanmayacak derecede azalmıştır. Tabii özellikle ikibinli yıllar ile Filistin Sorununun tekrar alevlenmesi ve bu soruna dönemin Türkiye hükümetlerinin duygusal yakınlığı da, Türkiye’nin İsrail ile ilişkilere daha mesafeli yaklaşması sonucunu doğurmuştur.[2]
Türkiye’de hem askeri hem de sivil kanadın söz konusu gelişmeler karşısına İsrail’e mesafeli bir yaklaşım geliştirdiklerini söylemek yanlış olmayacaktır. Evet, İsrail ile Güvenilir Denizkızı ya da Anadolu Kartalı adı altında askeri tatbikatlar yapılmaktaydı ancak bu tatbikatlar doksanlı yıllara oranla medyada daha az yer almakta, askeri yetkililer İsrail ile sıcaklaşan ilişkileri normalleşmeye bırakmaktaydılar.[3] Hatta Türkiye, Pakistan örneğinde görülebileceği gibi İsrail’in ilişki kurmak istediği ülkelerle aracı rolüne de soyunmaktadır ama bu ilişkilerin doksanlı yılların özellikle ikinci yarısında ki görünümünün bir yansımasını vermemektedir. Şu an Türkiye-İsrail ilişkileri “balayı havasını” terk etmiş, normalleşme seyrine girmiştir. Bu çerçevede iki ülkenin çıkarlarının ilişkilerin gelecekteki seyrini etkileyeceğini varsayabiliriz. Bu anlamda iki ülkenin güvenlik kaygılarında bir kaymanın yaşandığını söylemek yanlış olmayacaktır. İsrail, çevre bölgesinde yükselen İslami hareketlerden ve bunların HAMAS ile Hizbullah gibi örgütler vasıtasıyla somutlaşmasından rahatsızlık duyarken, Türkiye özellikle Irak merkezli güvenlik tehditlerinden çekinmektedir. İsrail zayıf ve parçalanmış hatta üzerinde bir “Kürt devleti” kurulmuş Irak’ı güvenlik çıkarları için rahatlatıcı bir etken olarak algılamaktayken; Türkiye, Kuzey Irak kaynaklı PKK tehdidini ve Barzani eliyle hayata geçirilmek istenen bir “Kürt Devleti”ni kendi ulusal bütünlüğü açısından öncelikli tehdit olarak algılamakta ve İsrail’in bu bölgeye verdiği destekten rahatsızlık duymaktadır. Bu rahatsızlığı Seymour Hersch dünya kamuoyuna taşıyarak açığa da çıkarmıştır. İsrail ise İran’ın bölgede etkisini artırmasını, nükleer teknoloji de attığı adımları ve HAMAS ve Hizbullah gibi örgütleri desteklemesini ulusal güvenliği açısından kabul edilemez buluyor. İşte burada karşımıza paradoksal bir yapı çıkmaktadır. Zayıf bir Irak, İran’ın bölgede etkinliğini artırmaktadır. Bununla beraber kurulacak yeni Irak’ta da Şii etkinliği gözle görünür bir biçimde artacaktır. İşte buradaki kilit Irak’taki Kürt varlığıdır. Açıktır ki Barzani yönetimindeki Kürtler bu tarihi fırsatı bir ulus-devlet varlığına büründürmek istemekte ancak 20’inci yüzyılı ıskalamanın “talihsizliğini!” yaşamaktadırlar. Bu noktada İsrail için kötülerin arasında en iyi seçeneğin bölgeyi sürekli diken üstünde tutacak bir “Kürt Devleti” olduğunu da gözden kaçırmamak gerekmektedir.
Türkiye ise giderek artan enerji talebini karşılama ve enerji alternatiflerini geliştirme sorunu karşısında öncelikli alternatif olarak İran’ı görmektedir. Bununla birlikte Türkiye, İran’la son 20 yıl içinde ilk kez bir çıkar paralelliğini Kuzey Irak ve enerji politikaları merkezli olarak kurmuştur. Bu nedenle zaten ortada Irak’la ilgili bir gerilim merkezi dururken, Türkiye’nin hem Suriye hem de İran’da yeni gerilim merkezleri oluşmasına sıcak bakması safdillikten öteye bir arayış olmayacaktır. İşte, Türkiye-İsrail hatta Türkiye-ABD ilişkilerinin sıkıştığı üçgen de (İran-K.Irak ve enerji) burasıdır. Türkiye ikibinli yıllar ile beraber, ittifak çıkarları ötesinde ulusal çıkarların maksimize etmeye öncelik verdiği pro-aktif, barış eksenli bir dış politikayı uygulamaya koymuştur. Bu dış politika çerçevesinde kimi zaman çıkarları ABD ile İsrail’den farklılaşabilmekte bu da ilişkilerde yeni gerilim alanları oluşturabilmektedir. Nasıl ki Türkiye’nin iç siyasetinde küreselleşmenin ve bilgi çağının getirdikleri sonucu yeni bir düzenleme oluşuyorsa, dış politikada da bu sistemik değişim etkileri hissediliyor Türkiye üstünde. Bu ayrımı hisseden büyük güçler de Türkiye’nin önüne tarihin yükünü koymaktan çekinmiyorlar. Geçtiğimiz dönemlerde Türkiye’nin çıkarlarını gözettiklerini öne sürenler ama hiçbir zaman “Demokles’in Kılıcı”nı Türkiye’nin üstünden indirtmeyenler, gönüllerinde olanı dillerine aktarmaktadırlar. Bu durum bize Türkiye’nin kendi çıkarlarını savunmayı geçmiş dönemlerde kimlerin eline bıraktığını ve ulusal çıkarların savunulmasından sorumlu tüm kesimlerin nasıl bir atalet içinde kaldığının en önemli göstergesini oluşturmaktadır. Gelinen nokta bize Türkiye’nin çıkarlarını uluslararası arenada savunacak yeni bir “Dil”in ve “Girişimin” oluşturulması gereğini işaret etmektedir.
Kabul etmek gerekir ki Türk dış politikasında yeni bir döneme girilmiştir ve bu yeni dönemde Türkiye için kalıcı dostlukları ya da müttefiklikleri bulunmamaktadır. Rusya’ya enerji alanında % 65 oranında bağlı olan bir Türkiye’den nasıl ki Mavi Akım 2’yi destekleyip “Ukraynalaşması” beklenemezse, aynı şekilde ABD’nin tehditleri nedeniyle, İran’la enerji işbirliğine girmemesi de düşünülemez. Evet, “Filler” ve “Ayılar”la aynı odaya sığmaya çalışıyoruz; ya birlikte yaşayacağız ya da oda başımıza göçecek. Bu nedenle yalnızca Türkiye’nin değil diğer aktörlerinde dikkatli davranmaları gerekmektedir. Camdan evin varsa komşuna taş atmayacaksın! Türkiye gibi yer alacağı tarafın terazide ağır basmasını sağlayacak bir ülkenin elbette tek başına bırakılmayacağı açıktır ama zorlamanın da kırılmasına yol açacağı görülmektedir? İşte ADL son “ince” manevrasıyla –kırmadan- Türkiye’ye mesaj verme gayretine girdi. Açıktır ki ADL’in son girişimi satranç tahtasında “Veziri” Şah’ın önüne sürmekten farksızdır. Vezir’i yersen Şah’ın bir hamle daha imkanı yapma imkanı kalacaktır. ADL’in aldığı bu tarihi karar Türkiye-İsrail-ABD üçgeninde yeni bir dönemin başladığının da habercisidir. ADL de facto olarak “1915 Ermeni Olaylarını” –Soykırım- olarak kabul ettiğini ortaya koymuştur. ADL’in aldığı kararı yumuşatma gösterisi ise en hafif manasıyla göz boyamadır. Şimdi, Nisan 2008’i bekleyeceğiz; ADL’in oluşturduğu Tsunami’nin zararı ondan sonra daha net görülebilecektir.
Sernur Yassıkaya
27/08/2007
[1] Bu konu ile ilgili olarak bakınız: John Mearsheimer-Stephen Walt, The Israel Lobby, London Review of Books, Vol. 28 No. 6, 23 Mart 2006
[2] Bu noktada Türk Genelkurmay’ının da İsrail’e karşı göreceli bir mesafe aldığı da görülmektedir.
[3] Örneğin, dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu kendisinden önceki meslektaşının aksine görev süresi boyunca herhangi bir İsrail ziyaretinde bulunmamıştır.
26 Haziran 2007 Salı
ÇİN SEDDİ ÜZERİNDE TANGO
Türkiye, son dönemdeki gelişmeler neticesinde içine kapanık bir ruh haline bürünmüşken, dış dünyaya bakışımız Kuzey Irak ve Sarkozy’nin popülist konuşmaları çerçevesinde şekillenirken, bize çok yakın ama bir o kadar da uzak kesimlerinde dünyadaki bölüşüm mücadelesini etkileyecek, satranç hamleleri yapılıyor. Orta Asya’da enerji kaynakları üzerinden yaşanan güç mücadelesi tüm hızıyla sürüyor. Rusya’nın enerjiyi kullanarak, Avrupa’yı tirtir titrettiği, ABD’ye başkaldırdığı bir ortamda, Çin gün geçtikçe yükselen enerji talebi karşısında Orta Asya’nın/Kazakistan’ın engin enerji kaynaklarına göz dikiyor. Çin Seddi üzerinden dünyaya ritmik adımlarla mesaj gönderiyor. “Büyük Oyun”un içinde ben de varım, diyor. Çin, artan enerji talebi karşısında alternatif enerji kaynakları edinmek istemektedir. Bu arayışta kaynakların stratejik konumu da önem kazanmaktadır. Çin’e Ortadoğu ve Afrika’dan gelecek petrol ve diğer enerji kaynaklarının ABD’nin 7. filosunun kontrolünde bulunan Doğu Asya denizlerinden, Malaka Boğazından ve Hint Okyanusu’ndan geçmesi, Çin’in Rus ve Kazak petrol ve doğalgaz kaynaklarına yönelmesine sebep olmaktadır. Karadan geçecek petrol ve doğalgaz boru hatlarında Rusya ve Orta Asya Çin için birer “Ulusal Güvenlik” seçeneğine dönüşüyor.
Halihazırda Çin, Afrika’ya, Sudan’a (Sudan’da Çin Silahlı Kuvvetlerinin varlığı bilinmektedir ve Darfur krizine bu açıdan da bakılmasında fayda vardır) yaptığı yatırımlar ve alternatif siyasi/ekonomik yaklaşımı, İran’la geliştirdiği ilişkileri ve Suudi Arabistan’la yakınlaşmasıyla Washington’da Kongrenin koridorlarını ve Oval Ofisi derin düşüncelere daldırtıyor. Şimdi Çin bir adım daha atarak, Kazakistanla geliştirmek istediği ayrıcalıklı ve belki de stratejik ilişkiler ile Orta Asya’nın enerji sahnesinin dominant oyuncusu olmak istiyor.
Çin, dünyanın ikinci büyük petrol tüketicisi. Tüketiminin yaklaşık % 50’sini ithal ediyor. 2030 kadar petrol ithalatının 4 katına çıkması bekleniyor!
Çin Kazakistan’a yaptığı olağanüstü yatırımlar ile de öncelikle bu ülkenin sonrasında ise Orta Asya’nın ana oyuncusu olmak istediğini göstermiştir. Çin’in söz konusu bölgede edindiği ve edineceği kaynaklar ile İpek Yoluna “Enerji” katacağı ve kaynaklarını çeşitlendirmede yeni jeopolitik avantajlar sağlayacağı beklenmektedir.
Tabii Çin’in Kazakistan’a yaptığı yatırımlar sadece enerji güvenliği ve talebi ölçütleriyle ele alınmamalıdır: Çin bir taşla aslında pek çok kuşu da vurmak istemektedir:
1) Kazakistan’la ilişkilerin seviyesini stratejik anlamda geliştirerek, sınır güvenliğini sağlamak,
2) Xinjang-Uygur Özerk bölgesinde, ki bu bölge enerji kaynaklarındaki zenginliği ile bilinmektedir, mevcut etnik kargaşayı kontrol altında tutmak,
3) Orta Asya’da büyüyen tüketici pazarına giriş imkanlarını sağlama almak.
Çin enerjiden başlayarak tüm yukarıda saydığımız hedeflerini, kendisini alternatif bir siyasal ve ekonomik model olarak sunarak hayata geçirmek istemektedir. Bu yaklaşımın yukarıda ifade ettiğim gibi özellikle Afrika ülkelerinde önemli taraftar edindiği görülmektedir. Örneğin Çin yatırım yapacağı Afrika ülkelerinde yolsuzluk, insan hakları gibi araçları bir ön şart olarak sunmamakta, adeta “rejime değil işime bakarım” prensibini yürütmektedir. Bu yaklaşım ise kimi görece küçük ülkelere batı karşısında bir denge politikası izlemelerini de yolunu açmaktadır.
İşte Çin’in Kazakistan ile geliştirdiği özellikli ilişkilerde, Kazakistan’ı Rusya’nın pençelerinden kurtulmanın bir yolu olarak görülmektedir. Çin ve Kazakistan 1993 tarihinden bugüne çeşitli alanlarda 11 adet işbirliği anlaşması imzalamıştır. İkili ticaret rakamları 2005 yılında son 14 yıllık periyotta 16 kat artarak 6,8 milyar dolarlık önemli bir hacme ulaşmıştır –Bu rakamın yakın zamanda 10 milyar dolara çıkması hedeflenmektedir-. Çin’in Kazakistan’da enerji alanında özellikle upstream yatırımlara yöneldiği görülmektedir. Tabii Çin’in Kazakistan’a bu denli yoğun ilgisindeki kritik kavşak’ın 2004 yılında Rusya ile Çin arasında yapılması düşünülen Angarsk-Daqing hattının son anda Ruslarca iptal edilmesi olduğu da belirtilmelidir. Söz konusu gelişme sonrasında Kazakistan ile Çin arasında günlük 200 bin varil taşıma kapasiteli bir petrol boru hattının 2005 yılında hayata geçirildiği ve hattın 400 bin varillik bir hacme genişletilmesinin, tüm maliyetinin Çin tarafından karşılanması şartıyla, düşünüldüğü bilinmektedir. Bu yolla hem Çin kendisi için daha güvenli ve ilk elden bir hattı garantiye alırken, Kazakistan’da Rusya karşı, enerji ihracında kendisine bağımlı olmadığını gösterme fırsatı edinmiştir. Çin ile Kazakistan arasında petrol alanında gelişen ilişkilerin doğal gaz alanında da gelişmesi beklenmektedir. Çin merkezi yönetiminin son 11’inci 5 yıllık planında doğal gazın tüm enerji tüketimindeki payının % 2,8’den % 5,3’e çıkması planlanmaktadır. Ancak Çin’in doğalgaza yönelmesindeki en büyük engelin maliyetler olduğu da bir gerçektir. Bilindiği üzere Çin’in büyük şehirlerinde aşırı kömür kullanımından ve hızlı zenginleşmeden doğan yoğun araç trafiği nedenlerden dolayı, hayati riske varacak derecede hava kirliliği görülmektedir ve doğalgaz bu tehdidin çözümlerinden birisi olabilecektir.
Sonuçta Çin, China National Petroleum Corporation (CNPC), China National Petrochemical Corporation (Sinopec) and CNOOC gibi şirketleriyle, Afrika ve çevresinde başlattığı atağın bir benzerini Orta Asya’da gerçekleştirmek istemektedir. Ayrıca Çin Şangay İşbirliği Örgütü’nü (SCO)/ Şangay Beşlisini de kullanarak Kazakistan’a 1997 yılından bugüne önemli yatırımlarda bulunmuştur. Açıktır ki Çin, Orta Asya’da yapacağı yatırımlar sonucunda önemli bir stratejik kazanımda elde etmiş olacak, Basra Körfezi, Hint Okyanusu ve Çin denizindeki ABD askeri üstünlüğü karşısında, söz konusu bir gerilimde, stratejik olarak bu gerilimden uzak ve güvenilir enerji hatlarına ulaşma imkanına sahip olabilecektir. Bu noktada en önemli sorunun Çin’in enerji gereksinimine duyan bölgeler ülkenin en Doğusunda yer alırken, alternatif olarak gördüğü ülkelerin enerji kaynakları ise en Batı bölgelerde yer alması ve bunun da maliyetler ile zaman yönünden dezavantaj oluşturmasıdır. Diğer önemli bire nokta, Çin’in özellikle Körfez kaynaklarına ulaşmada ve dış dünyaya açılmada İran’ı bir köprü başı olarak görmesi’dir. Çin’den başlayarak, Kazakistan, Türkmenistan yoluyla İran’a uzanacak ve SWAP yapılacak kaynaklar, Çin’in stratejik derinliğini kuvvetlendirecektir. Ancak şurası bir gerçektir ki, Çin’in Orta Asya’da yaptığı her hamle ve Çin-Orta Asya petrol boru hattını SWAP ve diğer yöntemlerle Körfez bölgesine ulaştırmayı planlayan Sino-Arap petrol güzergahı, Türkiye’nin enerji köprüsü olma rolüne darbe indirirken, Nabucco gibi Avrupa için alternatif enerji güzergahlarının da ölü doğması sonucunu verecektir. Çin’in bu alanda geliştirdiği projeler, Rus-Çin veya Çin/ABD balayının da orta vadede sert bir fırtınaya dönüşmesi sonucunu doğurabilecektir. Kısacası, Türk karar alıcılarının Çin’in enerji alanındaki hamlelerini iyi takip etmesi, uluslararası ilişkiler ve enerji güvenliği konusundaki pozisyonlarını bu çerçevede gözden geçirmesi bir zorunluluktur. Çünkü karşımızda ne istediğini bilen, Neo-Makyavelist anlayışa sahip bir ülke bulunmaktadır.
Sernur Yassıkaya
[i] Sayın Mehmet Öğütçü’ye katkılarından dolayı teşekkürlerimi sunarım.
18 Mayıs 2007 Cuma
Simon Tisdall
May 17, 2007 10:00 PM
http://commentisfree.guardian.co.uk/simon_tisdall/2007/05/putin_and_the_pipelines_moscow.html
European Union efforts to loosen Russia's energy grip by seeking alternative supplies from central Asia via the Caucasus suffered a stunning setback this week. But even before President Putin agreed deals expanding his control of the gas and oil exports of Kazakhstan and Turkmenistan, Europe's drive to diversify was running on empty.
Russia supplies about 25% of Europe's gas and a rising proportion of its oil. That is increasingly seen as a strategic weakness that could leave the continent vulnerable to politically motivated energy blackmail. This is the fate that allegedly befell Ukraine and Belarus last year. Lithuania is currently under similar pressure after Moscow cut oil deliveries.
Energy security will figure high on the agenda at tomorrow's EU-Russia summit in Samara. A key aim is to induce Moscow to sign up to an energy charter, a set of rules covering trade, investment and transportation of oil and gas. But experts predict the Kremlin will continue to resist the scheme.
Russia is focusing instead on increasing its market dominance from production through to the point of sale by expanding its investments in Europe (while denying European businesses reciprocal access). The state-controlled energy giant Gazprom now has a stake in 16 of the EU's 27 countries. And while the EU remains divided on the question of how to respond, the Russians are busy maximising their advantage.
"Gazprom already has direct access to end consumers in three of the biggest EU gas markets: Italy, Germany and France," said Katinka Barysch in a study published by the Centre for European Reform. "In the UK, it hopes to raise its market share to 10% by the end of the decade. Not content with controlling pipelines, Gazprom is building power plants and gas storage facilities in various EU countries."
Russia's other main tactic is forging bilateral deals that undermine a collective pan-European approach. Its most spectacular success was agreement with Germany on a Baltic pipeline that is to bypass Poland. But Mr Putin has also dangled the prospect of individual supply-and-distribution arrangements with Slovakia, Hungary, Bulgaria and a host of other energy-hungry EU members.
Moscow's aggressive, and increasingly successful, attempts to entrench its dominant position have also undercut political and financial support for alternative European supply projects that would bypass Russia. One is the so-called Nabucco pipeline to bring gas from the Caspian, which may not now go ahead.
Russia's weekend deals with Kazakhstan and Turkmenistan have also raised possibly terminal doubts about the viability of US and European-backed ideas for a central Asia pipeline. Russia's energy minister, Viktor Khristenko, dismissed it this week as a "political project" that was unlikely ever to materialise.
"Russia is increasingly setting the agenda for EU-Russia relations while EU policymakers are struggling," Ms Barysch said.
Russia is not having it all its own way. EU foreign ministers agreed a counter-offensive this week to intensify energy and other cooperation with Black Sea countries, including new neighbours Ukraine, Georgia, Moldova, Armenia and Azerbaijan. Acting unilaterally, Poland is leading efforts to build east European links with Caspian Basin energy producers.
All the same, effective EU action to diversify energy supply faces particular difficulties that do not trouble Moscow. These include concerns about good governance and human rights in partner countries.
The political show trial of a former economy minister mounted this week by the democratically-challenged rulers of Azerbaijan, a key producer and transit route for central Asian gas and oil, has highlighted these contradictions. Azerbaijan's 2005 presidential election was blatantly stolen. It has an appalling human rights record and the use of torture is said to be endemic.
But for now at least, all this is largely tolerated in the west -- just as long as Azerbaijan's feudal oligarchs keep on the "right side" in the high-stakes energy war with Russia.
By Anne-Marie Slaughter
Thursday, May 17, 2007
PRINCETON, New Jersey:
American foreign policy has lost its compass. Voters across the United States, increasingly opposed to the war in Iraq and increasingly certain that the country as a whole is going in the wrong direction, are uncertain about the role that America should play in the world.
Some argue not only for pulling out of Iraq but for pulling back more generally, concentrating on America's broken health care and educational systems rather than on building democracy half a world a way.
Others would forsake a values-based foreign policy altogether and return to Kissingerian realism, in which the nature of a particular foreign government is far less important than its power and its ability to help further U.S. national interests. History tells us, however, that neither of these approaches has much staying power with the American public.
Isolationism is a nonstarter in a 21st century world of intense economic and security interdependence. And it is the backlash against Kissingerian realism - against the very idea that U.S. foreign policy would not be guided in some way by American values - that fed the neoconservative movement in the first place.
A more sustainable approach must start with a different question. How do we stand for our values in the world in a way that is consistent with our values?
The first step is to agree on what those values are. If asked to list them, virtually all Americans would talk about the belief in liberty and democracy. Most would talk about equality; many would add justice. These core values have been enshrined in two centuries of civics classes, Fourth of July speeches, inaugural addresses, poems, anthems, pledges and creeds.
I would add three more: tolerance, humility and faith. Tolerance because liberty and democracy are impossible without it. Humility because it is deeply engrained in our founders' vision of the American mission in the world; because it is indispensable to good leadership; and because it is the flip side of our belief in progress. And faith because faith in our ideals and in the very idea of progress is at the core of what many other peoples see as a distinctively American optimism.
These values are not abstract concepts. They have taken on specific meanings through the stories that make up American history, stories of struggle and persistence against tall odds.
Stories of the Puritans, the Quakers, the Catholics, the Presbyterians, the Mennonites, the Moravians, the Lutherans, the Amish, as well as Jews, Muslims and countless other sects seeking relgious freedom.
Stories of a relatively small number of propertied white men seeking to govern themselves in America's early days, and of white men of lesser means, black men, and women of all races and means determined to secure the right to vote in the years that followed.
Stories of tolerance, a necessary tool to weld a great multicultural nation together. Stories of humility, like the first governor of Massachusetts Bay Colony offering his shining vision of a city on a hill but telling its occupants to "walk humbly with their god." And stories of faith in our values, in our can-do spirit and in our belief that we can be a force for good in the world.
An American foreign policy that is conducted consistently with our values would look to our past not to glory in it, but rather to remind ourselves and the world at large of our imperfections, our mistakes and our struggles to live up to our own standards.
It would see the United States as a leading democracy, but hardly as the only model for new democracies. Instead, it would work with the European Union, Japan, India, South Africa, Mexico, Turkey, Indonesia, Brazil, Argentina, South Korea and countless other countries that are trying to achieve liberty, democracy, justice, equality and tolerance on their own terms.
It would remember our founders' creed: Our values are not only American values, but universal values.
Above all, a value-based foreign policy must move beyond rhetoric. It must meet the challenges of the 21st century in a host of very specific ways that themselves demonstrate how much we value liberty, democracy, justice, equality, tolerance, humility and faith.
It will be a long road back to the high ground, but our true values are still the best compass.
Anne-Marie Slaughter is dean of the Woodrow Wilson School of Public and International Affairs at Princeton University and the author of "The Idea That Is America: Keeping Faith with Our Values in a Dangerous World."
· Poland and Lithuania wanted summit called off · Germany had hoped for a deal on climate changeIan Traynor in Brussels and Luke Harding in MoscowFriday May 18, 2007
GuardianGermany's hopes of striking a new grand bargain between Russia and Europe, locking both into a close embrace for years to come, have been dashed before a crucial EU-Russia summit.
As the German chancellor, Angela Merkel, flew to Samara on the Volga last night for dinner with President Vladimir Putin and to open today's summit, it was clear that the meeting was being hijacked by a long list of disputes focused on eastern Europe and the Balkans.
Currently chairing the EU, Germany has prepared the summit as an opportunity to secure Russian agreements on energy security, human rights and climate change. But Berlin's wooing of Moscow has fallen foul of the worsening estrangement between President Putin and the west in recent months.
Tension between Russia and the west, hostility towards Russia from the new eastern European members of the EU (and their suspicion of Berlin), and President Vladimir Putin's brash assertion of regained Russian power have all compounded the mood of gloom.
Ms Merkel has won widespread plaudits this year for her steering of the EU. But Germany has a huge stake in the Samara summit and it looks like being a failure for Ms Merkel.
The new EU member states of Poland and Lithuania have been arguing this week for the summit to be called off, and criticising the German preparations. For historical reasons, the east Europeans are highly sensitive to any sign of Germany cutting deals with Russia over their heads.
The immediate cause of the impasse is a Polish veto on launching negotiations on what is known as the partnership and cooperation agreement, or PCA, between the EU and Russia - because of a continuing Russian ban on Polish meat imports.
But the roots of the estrangement lie in the transformation of the EU with the entry of 10 central European and Balkan states since 2004 - all of them former Soviet satellites nursing grievances to varying degrees against Russia. Vladimir Chizhov, Russia's ambassador in Brussels, said the relationship was "more complicated" since the accession of Poland, the Baltic states, and other former Soviet dependencies: "Some of these countries continue to treat Russia in a peculiar manner."
Both sides have a huge stake in a successful partnership. Many European countries, especially eastern Europe and Germany, depend on Russian gas and oil supplies, while more than half of Russia's trade is with the EU. But the eastern Europeans are incensed at Russian efforts to play off "old" versus "new" Europe and at the condescending tone they hear from Moscow. On Wednesday the Kremlin's EU envoy, Sergei Yastrzhembsky, said some of the eastern European governments had "complexes". "Our old and trusted EU partners recognise this," he said, while accusing Estonia of barbarism and of trying to rewrite the history of the second world war.
Ms Merkel had made the ambitious new pact with Russia a centrepiece of her EU presidency, a comprehensive deal designed to replace a 10-year agreement that expires this year. Instead, the summit could turn into a showdown.
3 Mayıs 2007 Perşembe
TÜRKİYE KAYBEDİYOR; FARKINDA MISINIZ?
Son bir hafta içindeki gelişmeler bizi; ülkemiz gençliğini geleceğe bakışında karamsarlığa sürüklüyor. Biz, Türk gençliği, daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük ve daha fazla maddi refah ve zenginlik istiyoruz. Avrupa Birliğine üyelik çabalarını da bu nedenle önemsiyoruz. Bizler Türkiye’nin laik, sosyal bir hukuk devleti olarak geleceğe güvenle yürümesini; korkulardan, evhamlardan uzaklaşmış olarak büyümesini istiyoruz. Hukukun millet için olduğu, demokrasiyi koruduğu bir Türkiye Cumhuriyeti istiyoruz.
Son haftalardaki gelişmelere bakıldığında, ülkemizi sevmeyenlerin, yaşananlar karşısında güldüklerine ve ellerini ovuşturduklarını görmemek mümkün değil. Son ayların en sıcak konuları, PKK terörizmini, Kuzey Irak’ı ve Kerkük’ün durumunu adeta unuttuk. Türkiye’nin Ortadoğu’daki gelişmelerden dışlanmasını göremedik. Türkiye’mizin önümüzdeki 15 yılda Türk silahlı kuvvetlerinin modernizasyonu ve kendi savunma sanayisini geliştirmesi için 30 milyar dolara yakın bir kaynağa ihtiyacı var. Peki bu kaynak nasıl elde edilebilir? Siyasi ve ekonomik kriz içinde yaşayan, sürekli iç tehdit algılamasını varlık nedeni sayan, küreselleşen dünya ile bütünleşememiş, bir nevi Kuzey Koreleşmiş bir ülkenin 30 milyar doları savunmasına harcama imkanı olabilir mi? Bu 30 milyar dolarlık kaynak nasıl elde edilebilir, kimilerinin hayallerini süsleyen dışa kapalı bir Türkiye’de? Unutmayalım ki daha 5 yıl öncesinde GSMH’miz 180 milyar dolardı! 30 milyar doların 6 katı! Yani sadece modernizasyon için Türkiye toplam gelirinin 6’da birini harcayacak; peki ya gündelik savunma ihtiyaçları? Bir o kadar da onu hesaplarsak, Türkiye’nin yemeden içmeden üretmeden aynı K. Kore misali sadece savunma harcaması yapması gerekecek. Dün bir televizyonda bir gazetemizin Ankara temsilcisinin Genelkurmay Başkanımızın 28 Ağustos 2006 tarihinde yaptığı bir konuşmaya atfettiği sözlerini hayretle izledim. Bu yazarımızın Genelkurmay Başkanımızın sözlerinden cımbızla seçerek aldığı sözlere önem verseniz sanırsanız ki, Türkiye’de bir askeri yönetim var. İç savunmadan, dış savunmadan, ekonomiden, yürütmeden onlar sorumlu! İşte bu yazarımızın ve onunla benzer düşünce sahiplerinin hayal edebildikleri Türkiye budur! Bu yorum ne yazık ki peygamber ocağı ordumuza yönelik yıpratıcı sözlerdir. Bu şekilde bir düşünce tarzı ne yazık ki asırlar öncesinde kalmıştır ve iyi niyetten yoksundur! Açıktır ki sivil ve demokratik bir yönetimden söz edemezsek, 21’inci yüzyılda güvenlikten de bahsedemeyiz! İş bölümünün giderek arttığı küresel dünyada, tümevarım yapmak ancak karanlığa saplanmaktır. Bu vizyona ve dahi misyona sahip kişilerin varlığıyla, kim bilir, her günü bir cehennem gününden farksız olan güneyimizdeki Irak bile petrol ve diğer doğal kaynakları ile giderek zenginleşirken biz gittikçe daha fakirleşeceğiz.
Tabii bu düşünce tarzının dış uzantıları da yok değil! Onlara göre Türkiye, karşıymış gibi yaptıkları ancak içten içe benimsedikleri Baas tipi bir rejimle yönetilmeli, coğrafyası ile bağları kesilmeli hatta yeri gelirse Avrupa Birliği’ne de çok yaklaşmamalı. Ne lazım, Avrupa Birliği Türkiye’deki demokratik sürecin ve sivil yönetimin devam etmesini isteyebilir, hükümetlere destek olur, olmazsa da Türkiye ile köprüleri atabilir. Türkiye’de fakir, diktatoryal, Ortadoğu tipi bir Baas rejimi olur! Açıktır ki geldiğimiz süreçte AB’nin Türkiye’deki son gelişmelere verdiği tepkilerden hoşnut olmayan kişiler vardır. Hem iç hem de dış kamuoyunda mevcut bu kişilere göre AB, Türkiye’deki hassas sistemin farkında değil, gerçi AB dünyadaki mevcut tehditlere karşı da duyarsız. Evet, maalesef bu kişiler katıldıkları uluslararası toplantılarda Türkiye adına konuştuklarını iddia ediyorlar ve yanıltıyorlar. Ancak içimizi rahatlatan gelişen iletişim teknolojisi sayesinde dışarıda, bu kişilerden çok daha iyi şekilde Türkiye’yi analiz eden ve anlayan, “yabancı” olarak nitelediğimiz dostlar var. Kim daha yabancı onları okuyunca daha açıkça görebiliyorsunuz.
Ne yazık dışarıda kimileri iç çatışma senaryoları da yazmaktalar. Türkiye’yi azınlıklara bölerek, bu azınlıklar üstünden yönetilmesi gerektiğini savunan analizciler var. Nasıl ki Ortadoğu’yu Sünni-Şii diye böldüler ve yüzlerce yıllık yaraları kaşımaktan çekinmediler, şimdi de Anadolu topraklarında kimi yaralar oluşturmak ve kaşımak istiyorlar. Binlerce yıldır aynı topraklar üzerinde yaşamış insanlarımızı bölmek istiyor ve birbirleri üstünde tahakküm kurma planları yapıyorlar. Bu planları hazırlayanlar, raporlayanlar, Türk milletinin ortak değerlerini birer birer yoketmek için çaba harcıyorlar. Mensup oldukları kurumların görüşleri doğrultusunda Türkiye için rapor hazırlıyorlar. Ama milletimiz inanıyorum ki bu planları, birlikte yaşama iradesi göstererek boşa çıkartacaktır.
İşte Ak Parti iktidarı süresince kimi aksaklıklar olsa da, ki bu doğaldır çünkü mükemmel bir yönetişim sistemi henüz bulunmadı, söz konusu gelişmelerin önünü tıkayacak, ulusal birliği sağlayacak ve sivilleşmeyi sağlayacak temelleri attılar. Bu temeller sayesindedir ki kimi yazarların orta sınıf olarak nitelediği insanlarımız geçtiğimiz hafta sonu ve öncesinde meydanlarda toplanarak demokratik taleplerini, kimi bürokrasi aşıklarının arzusunun aksi istikametinde sergilediler. 2000 ve 2001 krizleri ile bu orta sınıf neredeyse kaybolmuştu! İşte Ak Parti, Özal’ın orta direğini ayağa kaldıran isim olmuştur. Yani meydanlarda toplanan yüzbinler mevcudiyetlerini özde Ak Partiye borçludurlar. Ak Parti’nin sergilediği siyasal ve ekonomik istikrar tablosudur ki, bizlere demokrasinin nimetlerinden yararlanmamız sonucunu doğurdu. İşte biz Türk gençliği olarak bu nimetlerden daha çok yaralanmak istiyoruz.
Çevremizde ve küresel sistemde 21’inci yüzyılın bölüşüm savaşı verilirken, Türkiye’mizin iç çekişmelerle vakit kaybetmesini istemiyoruz. Azınlığın çoğunluğa, çoğunluğun da azınlığı tahakküm altına alındığı bir Türkiye istemiyoruz. 10 yılda bir tekrarlanan filmleri izlemekten sıkıldık, izlemek istemiyoruz. Biz laik, sosyal ve hukuk devleti çerçevesine sahip, daha demokratik ve daha müreffeh bir Türkiye istiyoruz. İç ve dış güvenliğini siyasal ve ekonomik istikrarla sağlamış bir Türkiye istiyoruz. Çevresine güven ve umut veren bir Türkiye istiyoruz. Evet, Türk gençliği bunu istiyor, inanmak isteseniz de istemeseniz de, o halde sesleniyorum; O halde büyüklerimize seslenmek istiyorum: Türkiye kaybediyor; farkında mısınız?
Sernur Yassıkaya
20 Nisan 2007 Cuma
Rice on The Right Tracks
By David Ignatius
April 20, 2007
For the past few years, the United States has been in self-imposed diplomatic isolation in the Middle East. But two paths out of that wilderness are becoming visible, and Secretary of State Condoleezza Rice is moving cautiously down each one.
The first path leads toward a regional solution to the nightmare problem of Iraq. Rice will take a crucial step next month when she meets with foreign ministers of Iraq's neighbors, including Iran and Syria. This regional conference, which will take place May 3-4 in the Egyptian resort of Sharm el-Sheikh, follows a preliminary meeting last month in Baghdad that ended the U.S. diplomatic quarantine of Iran and Syria.
As she prepares for this "Iraq neighbors" meeting, Rice has been gathering advice from former secretary of state Henry Kissinger, among others. Kissinger advised her to go in "listening mode," rather than with a detailed American proposal for how the neighbors should cooperate. "Just let it happen," Kissinger is said to have urged. "Let it evolve."
Kissinger argued that at the regional gathering, Rice should seek bilateral meetings with her Iranian and Syrian counterparts, and she isn't ruling out such contacts. The agenda would probably focus on three issues that were highlighted at the preliminary meeting: borders, refugees and internal security. Her aim will be to test the proposition that none of Iraq's neighbors has an interest in seeing that nation destroyed by its present internal strife.
Rice also hopes to make a diplomatic effort to defuse growing tensions between Turkey and Iraq's Kurdish region. She appears concerned that recent threats by Turkish and Kurdish officials could create a wider crisis in northern Iraq if the situation isn't checked.
Kissinger sees a broader, three-level process of negotiations emerging on Iraq: The first level is the political dialogue taking place inside Iraq, even as the car bombs continue to explode; the second is the regional process embodied by the meeting in Egypt; the third is gathering a wider group of interested nations -- perhaps including India, Indonesia and Pakistan -- that could help stabilize Iraq as U.S. military forces are gradually withdrawn.
A second diplomatic path for Rice involves the Israeli-Palestinian conflict, the long-festering wound that has afflicted the Middle East for 40 years. Here, as with Iraq, she is embracing a strategy of diplomatic engagement that the Bush administration long resisted. Indeed, in her effort to regain an honest-broker role, she has been willing to meet with Palestinian officials despite Israeli objections.
Rice took a small step this week by meeting with Salam Fayyad, the finance minister of the Palestinian "unity government" that is dominated by the militant group Hamas. She appears hopeful that ways can be found to resume U.S. financial aid to the Palestinians through Fayyad, in his role as a representative of the Palestine Liberation Organization, despite a formal ban on assistance to the Hamas-led government.
Israel had argued strenuously against such contacts. But Rice decided she would meet with Palestinian ministers if their past statements accepted Israel's right to exist in peace. Rice may expand her contacts to other Palestinian officials who meet that criterion, including Foreign Minister Ziad Abu Amr and Tourism Minister Khulud Dwaibess. This outreach reflects Rice's decision that it's more important for the United States to have influence within the Hamas-led government and the Palestinian community than to avoid any hint of indirect contact with the militant Islamic group.
Meanwhile, Rice continues a dual-track diplomatic negotiation she describes with the somewhat nebulous phrase of "the political horizon." In practice, that has meant pushing Israelis and Palestinians to discuss details for administering the Palestinian state everyone says they want in principle. The first negotiating session last week discussed such practical issues as how Palestinians would get permits to work in Israel, if there were two states; more such technical talks are planned on security, border controls and other issues.
A promising new Arab initiative is broadening this path out of the Israeli-Palestinian wilderness. With Rice's encouragement, Arab countries agreed this week to establish a working group to present details of Saudi King Abdullah's 2002 peace plan to the Israelis. So far, the group includes only Jordan and Egypt, two countries that already have diplomatic relations with Israel. But there's hope the group will expand if negotiations over the Palestinian "horizon" gather momentum. Such an Arab mission could have a powerful effect on Israeli public opinion.
Rice's past diplomatic efforts have been limited by the Bush administration's tendency to moralize foreign policy issues and to refuse the very process of dialogue with adversaries that might resolve problems. Isolation hasn't worked, and Rice is now charting the pathways out.
The writer co-hosts, with Newsweek's Fareed Zakaria, PostGlobal, an online discussion of international issues athttp://newsweek.washingtonpost.com/postglobal. His e-mail address isdavidignatius@washpost.com.
From radical jihad to the politics of compromise
By Shlomo Ben-Ami
It's not surprising that the Mecca agreement and the Palestinian unity government that arose in its wake are thorns in Israel's side. For some time now, useless last-ditch battles have been a hallmark of Israeli policy on the Palestinian issue. But erosion of the boycott of the Palestinian unity government, perhaps the most popular government on the Palestinian street since 1993, has become evident in many Western capitals. The idea that it's possible to isolate Hamas, to deprive it of its right to govern, to hold a dialogue solely with the "moderates" and to expect that Hamas will accept all agreements and not use its destructive power to torpedo them is unrealistic. Paradoxically, Israel and Hamas share more common ground than is apparent at first glance. The chance of a final status agreement emerging from a direct dialogue with the leader of the Palestine Liberation Organization, Mahmoud Abbas, is close to nil. When this becomes clear, and Israel starts searching for a way to return to the idea of withdrawal from the West Bank, it probably won't find a worthier partner than Hamas. Hamas, like Israel, is not ready for the compromises entailed by a final status accord. But a long-term interim agreement is possible only with it, and not with the PLO. Hamas' transition to parliamentary politics is part of a process many movements from the mainstream of fundamentalist Islam are undergoing today, as they seek to disassociate themselves from global jihad founded by Al-Qaida, and instead seek to integrate themselves in their country's political fabric. In Egypt, this is the direction being taken by the Muslim Brotherhood, and it is also that of Jordan's Islamic Action Front, of the Renaissance Party in Tunisia and of the Justice and Development Party in Morocco. The United States is winning the war for Arab democracy, but paradoxically, it is declining to reap the rewards because the new image of Islamic political pluralism does not match the illusion of liberal democracy in whose name America sought to change the face of the Middle East. The West, Israel included, and the Arab rulers it has cultivated need to understand that the struggle between political Islam and the conservative regimes needn't be a zero-sum game. The Mecca agreement is not a marginal matter; it is no random, passing event. This was a formative move in the shaping of a new and revolutionary pattern of a division of power between political Islam and the secular regimes in the Arab world. Hamas certainly won't be satisfied with seats in a government under occupation. Its objective is to conquer the PLO from within and to create a different balance between itself and the powers of Palestinian secular nationalism. This could be the approach in other places, too. In Morocco, Mohammed VI made it clear that he intends to forge "a historic compromise" with political Islam, given the possibility that the Justice and Development Party will be victorious in the country's June elections. The model of national unity that was born in Mecca has become the barrier that is preventing a civil war in the Palestinian Authority. In Algeria, by comparison, the February 2006 Charter for Peace and National Reconciliation was formulated as a tool for ending a bloody civil war which was sparked when the Islamist parties were denied the right to realize their victory in the 1991 elections. The attempt to crush political Islam, as President Mubarak is trying to do via the ban he recently imposed on activity by parties with a religious character, will only increase the anger of the masses, and eventually lead the fundamentalist parties back to terror and communal activism. The stability of Arab regimes that do not rely on a democratic consensus is destined to be deceptive and fragile. A dialogue with political Islam, in the form of Hamas, for instance, is an unavoidable necessity. Ostracism and banning is a recipe for disaster, as the example of Algeria shows. Creating a space for legitimate political activity by Islamic parties, including recognition of their right to govern, is the way to encourage moderation. The challenge therefore is not to destroy the only Islamic movements that can claim authentic popular support in the Arab world, but rather to solidify their fragile transition from radical jihad to the politics of compromise.
The victory won't be American
By Ze'ev Schiff
The assumption that there will be no American victory in Iraq is growing stronger. On the other hand, a Shi'ite victory over the Sunnis seems likely. If there is such a victory, it will have a profound effect on the region, Israel included. It is important to understand that there is another war going on in Iraq - a civil war between the Shi'ites and the Sunnis, who have been in power for hundreds of years. Of late, a crushing Shi'ite victory looks imminent. A respected Middle East expert, Fouad Ajami, a Shi'ite of Lebanese origin, described the situation well in his articles in The Wall Street Journal and The New Republic after returning from Iraq. The turning point in the fighting took place over a year ago after the Sunnis attacked the great mosque in Samara, killing hundreds of worshippers. In the wake of the attack, the battle in Iraq increased in scope and brutality, and the Shi'ites mobilized all their forces. Thousands of men came from the marshlands where Saddam massacred Shi'ites in the past, some of them joining Shi'ite militias such as the one headed by Muqtada al-Sadr. The outcome has been a gradual Shi'ite takeover of the capital. The Sunni neighborhoods lie mostly in ruins, and only 15 percent of the Baghdad population is Sunni. Iraqi Sunnis are streaming into Jordan, which has created a problem there. According to estimates, 1.7 million Iraqi refugees have abandoned their property in Baghdad and other cities. Many were driven out of their homes in ethnic cleansing campaigns. Some Sunnis are calling themselves the "Palestinians of Iraq" after losing their country and being abandoned to their fate by the Arab countries, in the same way the Palestinians were cast off. In their despair, the Sunnis have allowed Al-Qaida to operate in Iraq, which has only increased the level of violence. Chlorine bombs are being lobbed at civilian populations, mosques are being blown up, and thousands of innocent citizens are being indiscriminately killed. In Iraq today, civilians are picked up at random and executed for being Shi'ites or Sunnis, depending on who the kidnappers are. In the midst of all this, mass graves from the Saddam era are being discovered. Add to this the assassinations in Lebanon and the killings among the Palestinians, and it is hard to escape the conclusion that if Arabs and Muslims can be so cruel to one another, imagine what they are capable of doing to others. The lesson is not to rely on their promises and to maintain a very wide safety zone for defense purposes. If the Shi'ites strengthen their grip on Iraq, it will be the first time in modern Arab history that a Shi'ite regime rules an Arab country. Victory in Iraq will bring the power that comes with oil resources. As a result, the Sunni Arab world is worried and nervously readying itself for such a scenario. The danger is that they could push the Shi'ites in Iraq into the arms of Iran. Shi'ite leaders in Iraq told Fouad Ajami that they plan to devote most of their energies to rehabilitating Iraq, and will have no taste for adventures outside the country, like Saddam. In contrast to Saddam, they believe they will be good neighbors. Only time will tell. In any case, a Shi'ite victory is certain to affect the political balance in the Arab world. A Shi'ite victory will also affect Israel's security. The growing Iranian influence in a Shi'ite-controlled Iraq could be detrimental to Israel, and the same holds true for a Shi'ite Iraqi pact with Hezbollah. Meanwhile, it seems that an American pullout will not end the hostilities in Iraq because the Sunnis are fighting for their lives. If withdrawal is interpreted by the Arabs as a sign of American defeat, we can look forward to a radical Arab shift that will strengthen all the extremists around us.
Cautious optimism after the fall of an illegitimate Iraqi order
By Fouad Ajami
April 20 2007
DailyStar
"For 35 years the sun did not shine here," said a man on the grounds of the great Shiite shrine of Al-Kadhimiyya, on the outskirts of Baghdad. I had come to the shrine at night, in the company of the Shiite politician Ahmed Chalabi. We had driven in an armed convoy, and our presence had drawn a crowd. The place was bathed with light, framed by multiple minarets - a huge rectangular structure, its beauty and dereliction side by side. The tile work was exquisite, there were deep Persian carpets everywhere, the gifts of benefactors, rulers and merchants, drawn from the world of Shiism.
It was a cool spring night, and beguilingly tranquil. (There were the echoes of a firefight across the river, from the Sunni neighborhood of Al-Adhamiyya, but it was background noise and oddly easy to ignore.) A keeper of the shrine had been showing us the place, and he was proud of its doors made of teak from Burma - a kind of wood, he said, that resisted rain, wind and sun. It was to that description that the quiet man on the edge of this gathering had offered the thought that the sun had not risen during the long night of Baathist despotism.
A traveler who moves between Baghdad and Washington is struck by the gloomy despair in Washington and the cautious sense of optimism in Baghdad. Baghdad has not been prettified; its streets remain a sore to the eye, its government still hunkered down in the Green Zone, and violence is never far. But the sense of deliverance and the hopes invested in the new American security plan are palpable. I crisscrossed the city - always with armed protection - making my way to Sunni and Shiite politicians and clerics alike. The Sunni and Shiite versions of political things - of reality itself - remain at odds. But there can be discerned, through the acrimony, the emergence of a fragile consensus.
Some months back, the Bush administration had called into question both the intentions and capabilities of Prime Minister Nuri al-Maliki. But this modest and earnest man, born in 1950, a child of the Shiite mainstream in the Middle Euphrates, has come into his own. He had not been a figure of the American regency in Baghdad. Steeped entirely in the Arabic language and culture, he had a been a stranger to the Americans; fate cast him on the scene when the Americans pushed aside Maliki's colleague in the Daawa Party, Prime Minister Ibrahim Jaafari.
There had been rumors that the Americans could strike again in their search for a leader who would give the American presence better cover. There had been steady talk that the old CIA standby, former Prime Minister Iyad Allawi, could make his way back to power. Allawi himself had fed these speculations, but this is fantasy. Allawi circles Arab capitals and is rarely at home in his country. Maliki meanwhile has settled into his role.
In retrospect, the defining moment for Maliki had been those early hours of last December 30, when Saddam Hussein was sent to the gallows. He had not flinched, the decision was his, and he assumed it. Beyond the sound and fury of the controversy that greeted the execution, Maliki had taken the execution as a warrant for a new accommodation with the Sunni political class. A lifelong opponent of the Baath, he had come to the judgment that the back of the apparatus of the old regime had been broken, and that the time had come for an olive branch to those ready to accept the new political rules.
When I called on Maliki at his residence, a law offering pensions to the former officers of the Iraqi Army had been readied and was soon put into effect. That decision had been supported by the head of the de-Baathification Commission, Ahmed Chalabi. A proposal for a deeper reversal of the de-Baathification process was in the works, and would be announced days later by Maliki and President Jalal Talabani. This was in truth former US Ambassador to Iraq Zalmay Khalilzad's doing, his attempt to bury the entire de-Baathification effort as his tenure drew to a close.
This was more than the political traffic in the Shiite community could bear. Few were ready to accept the return of old Baathists to government service. The victims of the old terror were appalled at a piece of this legislation, giving them a period of only three months to bring charges against their former tormentors. This had not been Maliki's choice - for his animus toward the Baath has been the driving force of his political life. It was known that he trusted that the religious hierarchy in Najaf, and the forces within the Shiite alliance, would rein in this drive toward rehabilitating the remnants of the old regime.
Power and experience have clearly changed Maliki as he makes his way between the Shiite coalition that sustains him on the one hand, and the American presence on the other. By all accounts, he is increasingly independent of the diehards in his own coalition - another dividend of the high-profile executions of Saddam Hussein and three of the tyrant's principal lieutenants. He is surrounded by old associates drawn from the Daawa Party, but keeps his own counsel.
There is a built-in tension between a prime minister keen to press for his own prerogatives and an American military presence that underpins the security of this new order. Maliki does not have the access to American military arms he would like; he does not have control over an Iraqi special forces brigade that the Americans had trained and nurtured. His police forces remain poorly equipped. The levers of power are not fully his, and he knows it. Not a student of American ways - he spent his years of exile mostly in Syria - he is fully aware of the American exhaustion with Iraq as leading American politicians have come his way often.
The nightmare of this government is that of a precipitous American withdrawal. Six months ago, the British quit the southern city of Amara, the capital of Maysan Province. It had been, by Iraqi accounts, a precipitous British decision, and the forces of Moqtada al-Sadr had rushed into the void; they had looted the barracks and overpowered the police. Amara haunts the Iraqis in the circle of power - the prospect of Americans leaving this government to fend for itself.
In the long scheme of history, the Shiite Arabs had never governed - and Maliki and the coalition arrayed around him know their isolation in the region. This Iraqi state of which they had become the principal inheritors will have to make its way in a hostile regional landscape. Set aside Turkey's Islamist government, with its avowedly Sunni mindset and its sense of itself as a claimant to an older Ottoman tradition; the Arab order of power is yet to make room for this Iraqi state. Maliki's first trip beyond Iraq's borders had been to Saudi Arabia. He had meant that visit as a message that Iraq's "Arab identity" will trump all other orientations. It had been a message that the Arab world's Shiite stepchildren were ready to come into the fold. But a huge historical contest had erupted in Baghdad, the seat of the Abbasid caliphate had fallen to new Shiite inheritors, and the custodians of Arab power were not yet ready for this new history.
For one, the "Sunni street" - the Islamists, the pan-Arabists who hid their anti-Shiite animus underneath a secular cover, the intellectual class that had been invested in the ideology of the Baath Party - remained unalterably opposed to this new Iraq. The Shiites could offer the Arab rulers the promise that their new state would refrain from regional adventures, but it would not be easy for these rulers to come to this accommodation.
A worldly Shiite cleric, the legislator Humam Hamoudi who had headed the constitutional drafting committee, told me that he had laid out to interlocutors from the House of Saud the case that this new Iraqi state would be a better neighbor than the Sunni-based state of Saddam Hussein had been. "We would not be given to military adventures beyond our borders, what wealth we have at our disposal would have to go to repairing our homeland, for you we would be easier to fend off for we are Shiites and would be cognizant and respectful of the differences between us," Hamoudi had said. "You had a fellow Sunni in Baghdad for more than three decades, and look what terrible harvest, what wreckage, he left behind." This sort of appeal is yet to be heard, for this change in Baghdad is a break with a long millennium of Sunni Arab primacy.
The blunt truth of this new phase in the fight for Iraq is that the Sunnis have lost the battle for Baghdad. The great flight from Baghdad to Jordan, to Syria, to other Arab destinations, has been the flight of Baghdad's Sunni middle class. It is they who had the means of escape, and the savings.
Whole mixed districts in the city - Rasafa, Karkh - have been emptied of their Sunni populations. Even the old Sunni neighborhood of Al-Adhamiyya is embattled and besieged. What remains for the Sunnis are the western outskirts. This was the tragic logic of the campaign of terror waged by the Baathists and the jihadists against the Shiites; this was what played out in the terrible year that followed the attack on the Askariyya shrine of Samarra in February 2006. Possessed of an old notion of their own dominion, and of Shiite passivity and quiescence, the Sunni Arabs waged a war they were destined to lose.
No one knows with any precision the sectarian composition of today's Baghdad, but there are estimates that the Sunnis may now account for 15 percent of the city's population. Behind closed doors, Sunni leaders speak of the great calamity that befell their community. They admit to a great disappointment in the Arab states that fed the flames but could never alter the contest on the ground in Iraq. No Arab cavalry had ridden, or was ever going to ride, to the rescue of the Sunnis of Iraq.
A cultured member of the (Sunni) Association of Muslim Scholars in Baghdad, a younger man of deep moderation, likened the dilemma of his community to that of the Palestinian Arabs since 1948. "They waited for deliverance that never came," he said. "Like them, we placed our hopes in Arab leaders who have their own concerns. We fell for those Arab satellite channels; we believed that Arab brigades would turn up in Anbar and Baghdad. We made room for Al-Qaeda only to have them turn on us in Anbar." There had once been a Sunni maxim in Iraq, "for us ruling and power, for you self-flagellation," that branded the Shiites as a people of sorrow and quietism. Now the ground has shifted, and among the Sunnis there is a widespread sentiment of disinheritance and loss.
The Mehdi Army, more precisely the underclass of Sadr City, had won the fight for Baghdad. This Shiite underclass had been hurled into the city from its ancestral lands in the Marshes and the Middle Euphrates. In a cruel twist of irony, Baathist terror had driven these people into the slums of Baghdad. The Baathist tyranny had cut down the palm trees in the south, burned the reed beds of the Marshes. Then the campaign of terror that Sunni society sheltered and abetted in the aftermath of the despot's fall gave the Mehdi Army its cause and its power.
"The Mehdi Army protected us and our lands, our homes, and our honor," said a tribal Shiite notable in a meeting in Baghdad, acknowledging that it was perhaps time for the boys of Moqtada al-Sadr to step aside in favor of the government forces. He laid bare, as he spoke, the terrible complications of this country; six of his sisters, he said, were married to Sunnis, countless nephews of his were Sunni. Violence had hacked away at this pluralism; no one could be certain when, and if, the place could mend.
In their grief, the Sunni Arabs have fallen back on the most unexpected of hopes; having warred against the Americans, they now see them as redeemers. "This government is an American creation," a powerful Sunni legislator, Saleh al-Mutlaq, said. "It is up to the Americans to replace it, change the Constitution that was imposed on us, replace this incompetent, sectarian government with a government of national unity, a cabinet of technocrats." Shrewd and alert to the ways of the world (he has a Ph.D. in soil science from a university in the United Kingdom), Mutlaq gave voice to a wider Sunni conviction that this order in Baghdad is but an American puppet. America and Iran may be at odds in the region, but the Sunni Arabs see an American-Persian conspiracy that had robbed them of their patrimony.
They had made their own bed, the Sunni Arabs, but old habits of dominion die hard, and save but for a few, there is precious little acknowledgment of the wages of the terror that the Shiites had been subjected to in the years that followed the American invasion. As matters stand, the Sunni Arabs are in desperate need of leaders who can call off the violence, cut a favorable deal for their community, and distance that community form the temptations and the ruin of the insurgency. It is late in the hour, but there is still eagerness in the Maliki government to conciliate the Sunnis, if only to give the country a chance at normalcy.
The Shiites have come into their own, but there still hovers over them their old history of dispossession; there still trails shadows of doubt about their hold on power, about conspiracies hatched against them in neighboring Arab lands.
The Americans have given birth to this new Shiite primacy, but there lingers a fear, in the inner circles of the Shiite coalition, that the Americans have in mind a Sunni-based army, of the Pakistani and Turkish mold, that would upend the democratic, majoritarian bases of power on which Shiite primacy rests. They are keenly aware, these new Shiite men of power in Baghdad, that the Pax Americana in the region is based on an alliance of long standing with the Sunni regimes. They are under no illusions about their own access to Washington when compared with that of leaders in Cairo, Riyadh, Amman and the smaller principalities of the Gulf. This suspicion is in the nature of things; it is the way of once marginal men who had come into an unexpected triumph.
In truth, it is not only the Arab order of power that remains ill at ease with the rise of the Shiites of Iraq. The (Shiite) genie that came out of the bottle was not fully to America's liking. Indeed, the United States' strategy in Iraq had tried to sidestep the history that America itself had given birth to. There had been the disastrous regency of Paul Bremer. It had been followed by the attempt to create a national security state under Iyad Allawi. Then there had come the strategy of the American envoy, Zalmay Khalilzad, that aimed to bring the Sunni leadership into the political process and wean them away from the terror and the insurgency.
Khalilzad had become, in his own sense of himself, something of a high commissioner in Iraq, and his strategy had ended in failure; the Sunni leaders never broke with the insurgency. Their sobriety of late has been a function of the defeat their cause has suffered on the ground; all the inducements had not worked.
We are now in a new, and fourth, phase of this American presence. We should not try to "cheat" in the region, conceal what we had done, or apologize for it, by floating an Arab-Israeli peace process to the liking of the "Sunni street."
The Arabs have an unerring feel for the ways of strangers who venture into their lands. Deep down, the Sunni Arabs know what the fight for Baghdad is all about - oil wealth and power, the balance between the Sunni edifice of material and moral power and the claims of the Shiite stepchildren. To this fight, Iran is a newcomer, an outlier. This is an old Arab account, the fight between the order of merchants and rulers and establishment jurists on the one side, and the righteous (Shiite) oppositionists on the other. How apt it is that the struggle that had been fought on the plains of Kerbala in southern Iraq so long ago has now returned, full circle, to Iraq.
For our part, the US can't give full credence to the Sunni representations of things. We can cushion the Sunni defeat but can't reverse it. Our soldiers have not waged wars in Afghanistan and Iraq against Sunni extremists to fall for the fear of some imagined "Shiite crescent" peddled by Sunni rulers and preachers. To that atavistic fight between Sunni and Shiite, we ought to remain decent and discerning arbiters. To be sure, in Iraq itself we can't give a blank check to Shiite maximalism. On its own, mainstream Shiism is eager to rein in its own diehards and self-anointed avengers.
There is a growing Shiite unease with the Mehdi Army - and with the venality and incompetence of the Sadrists, represented in the Cabinet until a few days ago - and an increasing faith that the government and its instruments of order are the surer bet. The crackdown on the Mehdi Army that the new American commander, General David Petraeus, has launched has the backing of the ruling Shiite coalition. Iraqi police and army units have taken to the field against elements of the Mehdi Army. Recently, in the southern city of Diwaniyya, American and Iraqi forces together battled the forces of Moqtada al-Sadr. To the extent that the Shiites now see Iraq as their own country, their tolerance for mayhem and chaos has receded. Sadr may damn the American occupiers, but ordinary Shiite men and women know that the liberty that came their way had been a gift of the Americans.
The young men of little education - earnest displaced villagers with the ways of the countryside showing through their features and dialect and shiny suits - who guarded me through Baghdad, spoke of old terrors, and of the joy and dignity of this new order. Children and nephews and younger brothers of men lost to the terror of the Baath, they are done with the old servitude. They behold the Americans keeping the peace of their troubled land with undisguised gratitude. It hasn't been always brilliant, this campaign waged in Iraq. But its mistakes can never smother its honor, and no apology for it is due the Arab autocrats who had averted their gaze from Iraq's long night of terror under the Baath.
One can never reconcile the beneficiaries of illegitimate, abnormal power to the end of their dominion. But this current realignment in Iraq carries with it a gift for the possible redemption of modern Islam among the Arabs. Hitherto Sunni Islam had taken its hegemony for granted and extremist strands within it have shown a refusal to accept "the other." Conversely, Shiite history has been distorted by weakness and exclusion and by a concomitant abdication of responsibility.
A Shiite-led state in Iraq - with a strong Kurdish presence in it and a big niche for the Sunnis - can go a long way toward changing the region's terrible habits and expectations of authority and command. The Sunnis would still be hegemonic in the Arab councils of power beyond Iraq, but their monopoly would yield to the pluralism and complexity of that region.
"Watch your adjectives" is the admonition given American officers by Petraeus. In Baghdad, Americans and Iraqis alike know that this big endeavor has entered its final, decisive phase. Iraq has surprised and disappointed us before, but as both the Iraqis and we watch our adjectives there can be discerned the shape of a new country, a rough balance of forces commensurate with the demography of the place and with the outcome of a war that its erstwhile Sunni rulers had launched and lost. We made this history and should now make our peace with it.
Fouad Ajami, a 2006 recipient of the Bradley Prize, teaches at the Johns Hopkins School of Advanced International Affairs in Washington DC. He is the author of "The Foreigner's Gift: The Americans, the Arabs, and the Iraqis in Iraq" (Free Press, 2006). THE DAILY STAR
publishes this commentary, which first appeared in The Wall Street Journal, by permission.
15 Nisan 2007 Pazar
Eye on Iran, Rivals Pursuing Nuclear Power
Eye on Iran, Rivals Pursuing Nuclear Power
Two years ago, the leaders of Saudi Arabia told international atomic regulators that they could foresee no need for the kingdom to develop nuclear power. Today, they are scrambling to hire atomic contractors, buy nuclear hardware and build support for a regional system of reactors.
So, too, Turkey is preparing for its first atomic plant. And Egypt has announced plans to build one on its Mediterranean coast. In all, roughly a dozen states in the region have recently turned to the International Atomic Energy Agency in Vienna for help in starting their own nuclear programs. While interest in nuclear energy is rising globally, it is unusually strong in the Middle East.
“The rules have changed,” King Abdullah II of Jordan recently told the Israeli newspaper Haaretz. “Everybody’s going for nuclear programs.”
The Middle East states say they only want atomic power. Some probably do. But United States government and private analysts say they believe that the rush of activity is also intended to counter the threat of a nuclear Iran.
By nature, the underlying technologies of nuclear power can make electricity or, with more effort, warheads, as nations have demonstrated over the decades by turning ostensibly civilian programs into sources of bomb fuel. Iran’s uneasy neighbors, analysts say, may be positioning themselves to do the same.
“One danger of Iran going nuclear has always been that it might provoke others,” said Mark Fitzpatrick, a senior fellow at the International Institute for Strategic Studies, an arms analysis group in London. “So when you see the development of nuclear power elsewhere in the region, it’s a cause for some concern.”
Some analysts ask why Arab states in the Persian Gulf, which hold nearly half the world’s oil reserves, would want to shoulder the high costs and obligations of a temperamental form of energy. They reply that they must invest in the future, for the day when the flow of oil dries up.
But with Shiite Iran increasingly ascendant in the region, Sunni countries have alluded to other motives. Officials from 21 governments in and around the Middle East warned at a meeting of Arab leaders in March that Iran’s drive for atomic technology could result in the beginning of “a grave and destructive nuclear arms race in the region.”
In Washington, officials are seizing on such developments to build their case for stepping up pressure on Iran. President Bush has talked privately to experts on the Middle East about his fears of a “Sunni bomb,” and his concerns that countries in the Middle East may turn to the only nuclear-armed Sunni state, Pakistan, for help.
Even so, that concern is tempered by caution. In an interview on Thursday, a senior administration official said that the recent announcements were “clearly part of an effort to send a signal to Iran that two can play this game.” And, he added, “among the non-Iranian programs I’ve heard about in the region, I have not heard talk of reprocessing or enrichment, which is what would worry us the most.”
The Middle East has seen hints of a regional nuclear-arms race before. After Israel obtained its first weapon four decades ago, several countries took steps down the nuclear road. But many analysts say it is Iran’s atomic intransigence that has now prodded the Sunni powers into getting serious about hedging their bets and, like Iran, financing them with $65-a-barrel oil.
“Now’s the time to worry,” said Geoffrey Kemp, a Middle East expert at the Nixon Center, a Washington policy institute. “The Iranians have to worry, too. The idea that they’ll emerge as the regional hegemon is silly. There will be a very serious counterreaction, certainly in conventional military buildups but also in examining the nuclear option.”
No Arab country now has a power reactor, whose spent fuel can be mined for plutonium, one of the two favored materials — along with uranium — for making the cores of atom bombs. Some Arab states do, however, engage in civilian atomic research.
Analysts caution that a chain reaction of nuclear emulation is not foreordained. States in the Middle East appear to be waiting to see which way Tehran’s nuclear standoff with the United Nations Security Council goes before committing themselves wholeheartedly to costly programs of atomic development.
Even if Middle Eastern nations do obtain nuclear power, political alliances and arms-control agreements could still make individual states hesitate before crossing the line to obtain warheads. Many may eventually decide that the costs and risks outweigh the benefits — as South Korea, Taiwan, South Africa and Libya did after investing heavily in arms programs.
But many diplomats and analysts say that the Sunni Arab governments are so anxious about Iran’s nuclear progress that they would even, grudgingly, support a United States military strike against Iran.
“If push comes to shove, if the choice is between an Iranian nuclear bomb and a U.S. military strike, then the Arab gulf states have no choice but to quietly support the U.S.,” said Christian Koch, director of international studies at the Gulf Research Center, a private group in Dubai.
Decades ago, it was Israel’s drive for nuclear arms that brought about the region’s first atomic jitters. Even some Israeli leaders found themselves “preaching caution because of the reaction,” said Avner Cohen, a senior fellow at the University of Maryland and the author of “Israel and the Bomb.”
Egypt responded first. In 1960, after the disclosure of Israel’s work on a nuclear reactor, Cairo threatened to acquire atomic arms and sought its own reactor. Years of technical and political hurdles ultimately ended that plan.
Iraq came next. But in June 1981, Israeli fighter jets bombed its reactor just days before engineers planned to install the radioactive core. The bombing ignited a global debate over how close Iraq had come to nuclear arms. It also prompted Iran, then fighting a war with Iraq, to embark on a covert response.
Alireza Assar, a nuclear adviser to Iran’s Ministry of Defense who later defected, said he attended a secret meeting in 1987 at which the commander in chief of the Islamic Revolutionary Guard Corps said Iran had to do whatever was necessary to achieve victory. “We need to have all the technical requirements in our possession,” Dr. Assar recalled the commander as saying, even the means to “build a nuclear bomb.”
In all, Iran toiled in secret for 18 years before its nuclear efforts were disclosed in 2003. Intelligence agencies and nuclear experts now estimate that the Iranians are 2 to 10 years away from having the means to make a uranium-based bomb. It says its uranium enrichment work is entirely peaceful and meant only to fuel reactors.
The International Atomic Energy Agency’s concerns grew when inspectors found evidence of still-unexplained ties between Iran’s ostensibly peaceful program and its military, including work on high explosives, missiles and warheads. That combination, the inspectors said in early 2006, suggested a “military nuclear dimension.”
Before such disclosures, few if any states in the Middle East attended the atomic agency’s meetings on nuclear power development. Now, roughly a dozen are doing so and drawing up atomic plans.
The newly interested states include Bahrain, Egypt, Jordan, Kuwait, Oman, Qatar, Saudi Arabia, Syria, Turkey, Yemen and the seven sheikdoms of the United Arab Emirates — Abu Dhabi, Ajman, Dubai, Al Fujayrah, Ras al Khaymah, Sharjah, and Umm al Qaywayn.
“They generally ask what they need to do for the introduction of power,” said R. Ian Facer, a nuclear power engineer who works for the I.A.E.A. at its headquarters in Vienna. The agency teaches the basics of nuclear energy. In exchange, states must undergo periodic inspections to make sure their civilian programs have no military spinoffs.
Saudi Arabia, since reversing itself on reactors, has become a whirlwind of atomic interest. It recently invited President Vladimir V. Putin to become the first Russian head of state to visit the desert kingdom. He did so in February, offering a range of nuclear aid.
Diplomats and analysts say Saudi Arabia leads the drive for nuclear power within the Gulf Cooperation Council, based in Riyadh. In addition to the Saudis, the council includes Bahrain, Kuwait, Oman, Qatar and the United Arab Emirates — Washington’s closest Arab allies. Its member states hug the western shores of the Persian Gulf and control about 45 percent of the world’s oil reserves.
Late last year, the council announced that it would embark on a nuclear energy program. Its officials have said they want to get it under way by 2009.
“We will develop it openly,” Prince Saud al-Faisal, the Saudi foreign minister, said of the council’s effort. “We want no bombs. All we want is a whole Middle East that is free from weapons of mass destruction,” an Arab reference to both Israel’s and Iran’s nuclear programs.
In February, the council and the I.A.E.A. struck a deal to work together on a nuclear power plan for the Arab gulf states. Abdul Rahman ibn Hamad al-Attiya, the council’s secretary general, told reporters in March that the agency would provide technical expertise and that the council would hire a consulting firm to speed its nuclear deliberations.
Already, Saudi officials are traveling regularly to Vienna, and I.A.E.A. officials to Riyadh, the Saudi capital. “It’s a natural right,” Mohamed ElBaradei, the atomic agency’s director general, said recently of the council’s energy plan, estimating that carrying it out might take up to 15 years.
Every gulf state except Iraq has declared an interest in nuclear power. By comparison, 15 percent of South American nations and 20 percent of African ones have done so.
One factor in that exceptional level of interest is that the Persian Gulf states have the means. Typically, a large commercial reactor costs up to $4 billion. The six countries of the Gulf Cooperation Council are estimated to be investing in nonnuclear projects valued at more than $1 trillion.
Another factor is Iran. Its shores at some points are visible across the waters of the gulf — called the Arabian Gulf by Arabs and the Persian Gulf by Iranians.
The council wants “its own regional initiative to counter the possible threat from an aggressive neighbor armed with nuclear weapons,” said Nicole Stracke, an analyst at the Gulf Research Center. Its members, she added, “felt they could no longer lag behind Iran.”
A similar technology push is under way in Turkey, where long-simmering plans for nuclear power have caught fire. Last year, Prime Minister Recep Tayyip Erdogan called for three plants. “We want to benefit from nuclear energy as soon as possible,” he said. Turkey plans to put its first reactor near the Black Sea port of Sinop, and to start construction this year.
Egypt, too, is moving forward. Last year, it announced plans for a reactor at El-Dabaa, about 60 miles west of Alexandria. “We do not start from a vacuum,” President Hosni Mubarak told the governing National Democracy Party’s annual conference. His remark was understated given Cairo’s decades of atomic research.
Robert Joseph, a former under secretary of state for arms control and international security who is now Mr. Bush’s envoy on nuclear nonproliferation, visited Egypt earlier this year. According to officials briefed on the conversations, officials from the Ministry of Electricity indicated that if Egypt was confident that it could have a reliable supply of reactor fuel, it would have little desire to invest in the costly process of manufacturing its own nuclear fuel — the enterprise that experts fear could let Iran build a bomb.
Other officials, especially those responsible for Egypt’s security, focused more on the possibility of further proliferation in the region if Iran succeeded in its effort to achieve a nuclear weapons capability.
“I don’t know how much of it is real,” Mr. Joseph said of a potential arms race. “But it is becoming urgent for us to shape the future expansion of nuclear energy in a way that reduces the risks of proliferation, while meeting our energy and environmental goals.”