29 Ağustos 2007 Çarşamba

ADL VE DEĞİŞEN RESİM

ADL VE DEĞİŞEN RESİM

Washington merkezli Anti-defamation League (ADL)’in “1915 Olayları”nı –Soykırım- olarak kabul ettiğini açıklaması, Türkiye’nin gündemine bomba gibi düştü. Esas ilginç olan nokta ise ADL’in bu açıklamasının Türk işadamı Jak Kamhi’ye “Devlet Üstün Hizmet Madalya”sının verilmesinin ardından gerçekleşmesidir.

Peki ADL’in aldığı bu kararı nasıl açıklayabiliriz? Öncelikle belirtmek gerekir ki İsrail’de ve Yahudi çevrelerinde “1915 Ermeni Olaylarına” dönük bir duygusal yakınlık bulunduğu bilinmektedir. Örneğin doksanlı yıllar içinde Sözde “Ermeni Soykırımı” İsrail’de ders kitaplarına konulmak istenmiş ancak bu girişim, hem Türkiye’deki Yahudi Topluluğu hem de Türkiye ile ilişkilere önem veren İsrail sağının girişimleri tarafından engellenmiştir.

Özellikle doksanlı yıllarda büyük gelişim gösteren ve “Stratejik Ortaklık” tanımı ile değerlendirilen Türkiye-İsrail ilişkileri için belli başlı fay hatları İsrail tarafı için Filistin sorunu iken Türk tarafı için “Kürt Meselesi” ve “1915 Ermeni Olayları” ile ilgili iddialar ola gelmiştir. Bu nedenle her iki tarafta bu sorunlar üzerinde hassasiyet göstermiş, ilişkileri bu sorunlar üzerinden tanımlamaktan dikkatle kaçınmışlardır.

İsrail sağının “Şahin Politikaları”nın doksanlı yıllarda Türkiye ile ilişkilerde kazandığı girişim üstünlüğü, ve Şimon Peres’in temsil ettiği “Arap ülkeleri ile ilişkileri geliştirme” yanlısı ekolün zayıflığı, Türkiye-İsrail ilişkilerinin realist politikalar çerçevesinde yürütülmesini kolaylaştırmıştır. Bu dönemde Türkiye’de de Ortadoğu politikalarına “Şahin” bir bakış açısıyla yaklaşan ve İsrail’in çıkarlarıyla Türkiye’nin çıkarlarını paralel gören askeri ve sivil bürokrasinin de varlığı göz önünde tutulmalıdır. Özellikle bu dönemde Türk siyasilerin Washington’daki Yahudi lobi kuruluşlarına (JINSA, ADL gibi) ziyaretlerini sıklaştırdıkları ve çeşitli ödüller aldıkları da görülmektedir. O nedenle Türkiye İsrail ilişkileri ile Türkiye’nin Washington’daki Yahudi Lobilerine yakınlığını ayrı düşünmek mümkün değildir.[1] Türkiye ne zaman İsrail ile ilişkilerini geliştirmişse, Washington’daki Yahudi Lobileriyle de ilişkilerde gelişme gözlenmektedir. O nedenle İsrail’in ADL’in açıklaması bizi bağlamaz açıklaması temelsizdir. Bu noktada sadece Türkiye’deki Yahudi toplumunun gelişmelerde bir etkisinin bulunmadığını belirtmemizde yarar vardır.

Resim Değişti!

Kimileri ADL’in son kararını, ABD iç siyasetindeki dengeler oyununa ve Ermeni Lobisi’nin baskısına indirgemeye çalışmaktalar. Ancak daha makro bir çerçevede soruna yaklaşmamız gerekmektedir. Bu da 11 Eylül 2001 terör saldırıları sonrası uluslararası sistemde meydana gelen değişiklikler ve bunun Türkiye’nin çevre jeopolitiğine yansımaları ile ilgilidir. ABD’nin 11 Eylül sonrası “hard power”ı öncelikli araç olarak kullanacağını açıklaması ve İsrail’in “sertlik” yanlısı politikalarına destek veren yaklaşımı, Ortadoğu’daki güçler dengesinde önemli kaymalara sebep olmuştur. Irak, Suriye, İran gibi ülkeler ABD’nin öncelikli hedefi haline gelirken Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan gibi Sünni Arap ülkeleri de “Olağan Şüpheliler” durumuna düşmüştür. Libya gibi ülkeler ise zoru görüp mevcut rollerinden çark etmekten hiçbir beis görmemişlerdir. Bu resim, İsrail’e Ortadoğu’da önemli bir Stratejik Derinlik kazandırmış ve Türkiye ile mevcut ilişkilerde bir zemin kayması sonucunu doğurmuştur. Türkiye’de ise aynı dönemde, PKK terör örgütüne karşı askeri üstünlük sağlanmış, terör faaliyetleri tükenme noktasına ulaşmıştır. Suriye ile devletin en üst makamının temsiliyle, bir bahar havasına girilmiş, ilişkilerin seyri hızla pozitif bir görünüm almıştır. Irak ve İran ile ticari diplomasi alanında önemli adımlar atılmış, özellikle İran ile enerji alanında yakınlaşma gözlenmiştir. Yunanistan’la ilişkilerde görünüm son dönemlerde olmadığı kadar iyimserleşmiş ve en önemlisi AB ile ilişkilerde tam üyelik müzakerelerinin başlamasına vesile olacak yeni bir diplomatik girişim başlatılmıştır. Kısacası Türkiye’nin çevresiyle ilgili güvenlik endişeleri doksanlı yıllarla kıyaslanmayacak derecede azalmıştır. Tabii özellikle ikibinli yıllar ile Filistin Sorununun tekrar alevlenmesi ve bu soruna dönemin Türkiye hükümetlerinin duygusal yakınlığı da, Türkiye’nin İsrail ile ilişkilere daha mesafeli yaklaşması sonucunu doğurmuştur.[2]

Türkiye’de hem askeri hem de sivil kanadın söz konusu gelişmeler karşısına İsrail’e mesafeli bir yaklaşım geliştirdiklerini söylemek yanlış olmayacaktır. Evet, İsrail ile Güvenilir Denizkızı ya da Anadolu Kartalı adı altında askeri tatbikatlar yapılmaktaydı ancak bu tatbikatlar doksanlı yıllara oranla medyada daha az yer almakta, askeri yetkililer İsrail ile sıcaklaşan ilişkileri normalleşmeye bırakmaktaydılar.[3] Hatta Türkiye, Pakistan örneğinde görülebileceği gibi İsrail’in ilişki kurmak istediği ülkelerle aracı rolüne de soyunmaktadır ama bu ilişkilerin doksanlı yılların özellikle ikinci yarısında ki görünümünün bir yansımasını vermemektedir. Şu an Türkiye-İsrail ilişkileri “balayı havasını” terk etmiş, normalleşme seyrine girmiştir. Bu çerçevede iki ülkenin çıkarlarının ilişkilerin gelecekteki seyrini etkileyeceğini varsayabiliriz. Bu anlamda iki ülkenin güvenlik kaygılarında bir kaymanın yaşandığını söylemek yanlış olmayacaktır. İsrail, çevre bölgesinde yükselen İslami hareketlerden ve bunların HAMAS ile Hizbullah gibi örgütler vasıtasıyla somutlaşmasından rahatsızlık duyarken, Türkiye özellikle Irak merkezli güvenlik tehditlerinden çekinmektedir. İsrail zayıf ve parçalanmış hatta üzerinde bir “Kürt devleti” kurulmuş Irak’ı güvenlik çıkarları için rahatlatıcı bir etken olarak algılamaktayken; Türkiye, Kuzey Irak kaynaklı PKK tehdidini ve Barzani eliyle hayata geçirilmek istenen bir “Kürt Devleti”ni kendi ulusal bütünlüğü açısından öncelikli tehdit olarak algılamakta ve İsrail’in bu bölgeye verdiği destekten rahatsızlık duymaktadır. Bu rahatsızlığı Seymour Hersch dünya kamuoyuna taşıyarak açığa da çıkarmıştır. İsrail ise İran’ın bölgede etkisini artırmasını, nükleer teknoloji de attığı adımları ve HAMAS ve Hizbullah gibi örgütleri desteklemesini ulusal güvenliği açısından kabul edilemez buluyor. İşte burada karşımıza paradoksal bir yapı çıkmaktadır. Zayıf bir Irak, İran’ın bölgede etkinliğini artırmaktadır. Bununla beraber kurulacak yeni Irak’ta da Şii etkinliği gözle görünür bir biçimde artacaktır. İşte buradaki kilit Irak’taki Kürt varlığıdır. Açıktır ki Barzani yönetimindeki Kürtler bu tarihi fırsatı bir ulus-devlet varlığına büründürmek istemekte ancak 20’inci yüzyılı ıskalamanın “talihsizliğini!” yaşamaktadırlar. Bu noktada İsrail için kötülerin arasında en iyi seçeneğin bölgeyi sürekli diken üstünde tutacak bir “Kürt Devleti” olduğunu da gözden kaçırmamak gerekmektedir.

Türkiye ise giderek artan enerji talebini karşılama ve enerji alternatiflerini geliştirme sorunu karşısında öncelikli alternatif olarak İran’ı görmektedir. Bununla birlikte Türkiye, İran’la son 20 yıl içinde ilk kez bir çıkar paralelliğini Kuzey Irak ve enerji politikaları merkezli olarak kurmuştur. Bu nedenle zaten ortada Irak’la ilgili bir gerilim merkezi dururken, Türkiye’nin hem Suriye hem de İran’da yeni gerilim merkezleri oluşmasına sıcak bakması safdillikten öteye bir arayış olmayacaktır. İşte, Türkiye-İsrail hatta Türkiye-ABD ilişkilerinin sıkıştığı üçgen de (İran-K.Irak ve enerji) burasıdır. Türkiye ikibinli yıllar ile beraber, ittifak çıkarları ötesinde ulusal çıkarların maksimize etmeye öncelik verdiği pro-aktif, barış eksenli bir dış politikayı uygulamaya koymuştur. Bu dış politika çerçevesinde kimi zaman çıkarları ABD ile İsrail’den farklılaşabilmekte bu da ilişkilerde yeni gerilim alanları oluşturabilmektedir. Nasıl ki Türkiye’nin iç siyasetinde küreselleşmenin ve bilgi çağının getirdikleri sonucu yeni bir düzenleme oluşuyorsa, dış politikada da bu sistemik değişim etkileri hissediliyor Türkiye üstünde. Bu ayrımı hisseden büyük güçler de Türkiye’nin önüne tarihin yükünü koymaktan çekinmiyorlar. Geçtiğimiz dönemlerde Türkiye’nin çıkarlarını gözettiklerini öne sürenler ama hiçbir zaman “Demokles’in Kılıcı”nı Türkiye’nin üstünden indirtmeyenler, gönüllerinde olanı dillerine aktarmaktadırlar. Bu durum bize Türkiye’nin kendi çıkarlarını savunmayı geçmiş dönemlerde kimlerin eline bıraktığını ve ulusal çıkarların savunulmasından sorumlu tüm kesimlerin nasıl bir atalet içinde kaldığının en önemli göstergesini oluşturmaktadır. Gelinen nokta bize Türkiye’nin çıkarlarını uluslararası arenada savunacak yeni bir “Dil”in ve “Girişimin” oluşturulması gereğini işaret etmektedir.

Kabul etmek gerekir ki Türk dış politikasında yeni bir döneme girilmiştir ve bu yeni dönemde Türkiye için kalıcı dostlukları ya da müttefiklikleri bulunmamaktadır. Rusya’ya enerji alanında % 65 oranında bağlı olan bir Türkiye’den nasıl ki Mavi Akım 2’yi destekleyip “Ukraynalaşması” beklenemezse, aynı şekilde ABD’nin tehditleri nedeniyle, İran’la enerji işbirliğine girmemesi de düşünülemez. Evet, “Filler” ve “Ayılar”la aynı odaya sığmaya çalışıyoruz; ya birlikte yaşayacağız ya da oda başımıza göçecek. Bu nedenle yalnızca Türkiye’nin değil diğer aktörlerinde dikkatli davranmaları gerekmektedir. Camdan evin varsa komşuna taş atmayacaksın! Türkiye gibi yer alacağı tarafın terazide ağır basmasını sağlayacak bir ülkenin elbette tek başına bırakılmayacağı açıktır ama zorlamanın da kırılmasına yol açacağı görülmektedir? İşte ADL son “ince” manevrasıyla –kırmadan- Türkiye’ye mesaj verme gayretine girdi. Açıktır ki ADL’in son girişimi satranç tahtasında “Veziri” Şah’ın önüne sürmekten farksızdır. Vezir’i yersen Şah’ın bir hamle daha imkanı yapma imkanı kalacaktır. ADL’in aldığı bu tarihi karar Türkiye-İsrail-ABD üçgeninde yeni bir dönemin başladığının da habercisidir. ADL de facto olarak “1915 Ermeni Olaylarını” –Soykırım- olarak kabul ettiğini ortaya koymuştur. ADL’in aldığı kararı yumuşatma gösterisi ise en hafif manasıyla göz boyamadır. Şimdi, Nisan 2008’i bekleyeceğiz; ADL’in oluşturduğu Tsunami’nin zararı ondan sonra daha net görülebilecektir.

Sernur Yassıkaya

27/08/2007



[1] Bu konu ile ilgili olarak bakınız: John Mearsheimer-Stephen Walt, The Israel Lobby, London Review of Books, Vol. 28 No. 6, 23 Mart 2006

[2] Bu noktada Türk Genelkurmay’ının da İsrail’e karşı göreceli bir mesafe aldığı da görülmektedir.

[3] Örneğin, dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu kendisinden önceki meslektaşının aksine görev süresi boyunca herhangi bir İsrail ziyaretinde bulunmamıştır.