21 Ağustos 2008 Perşembe

TERÖR DALGASI (MI?)

Türkiye’miz ve bölgemiz kritik bir virajdan geçiyor.

30 temmuz tarihinden bugüne bakıldığında iki önemli tespitte bulunabiliriz.

1) Terör saldırılarındaki artış
2) Türkiye’nin çevre bölgelerinde artan gerilim. Gürcistan bağlamında ABD ve Rusya arasında beklenen çatlağın ortaya çıkmasıdır.

Türkiye’miz Güngören’de 17 vatandaşımızın canına malolan saldırıdan bugüne kadar saldırılar artış göstermektedir.

Öyle ki bu saldırılar İstanbul’un orta yerinde 1. Ordu Komutanlığını hedef alacak ve havan kullanacak kadar gözü kara bir hal almış durumdadır.

Bununla birlikte terör eylemlerinin şehir merkezlerine ve Türkiye’nin, BTC hattı ve Mersin gibi stratejik noktalarını hedef almaya başladığı da gözlerden kaçmamaktadır.

Erzincan ve çevresinde terör saldırılarının yükselmesinin terör örgütünün olağan saldırılarından saymak mümkün değildir.

Bu noktada PKK’nın BTC projesi gündeme geldiğinde, hattın Türkiye güzergahlarında eylemlerini artırmasını hatırlamakta fayda vardır.

Erzincan ve Mersin hattında son günlerde meydan gelen ve belirli bir stratejinin izlendiği şüphesi uyandıran terör saldırıları, Nabucco projesi ile Türkiye’nin güvenilir ve güvenli ülke görünümü bozularak enerji köprüsü olma özelliğine ket vurulmak mı isteniyor sorusunu akla getirmektedir.

Bununla birlikte İstanbul, İzmir, Mersin gibi kentlerde meydana gelen bombalı saldırılar, bu kentlerimizde toplumsal fay hatlarını harekete geçirmeye dönük bilinçli eylemler olarak da görmek gerekmektedir.

AK Parti’nin Güneydoğu bölgesinde yerel seçimler sürecinde önemli başarılar elde edeceğine dönük sinyaller alınmaktadır. AK Parti’nin Güneydoğu özelinde tek seçenek olması kimi çevrelerin ortak hareket etmesi sonucunu doğurmuş olabilir.

AK Parti’nin söz konusu özelliğini hem zayıflatma hem de toplumsal gerilimi yükselterek, “DTP Aleyhine Açılan Kapatma Davasının Sonucuna” göre yerel seçimleri Kürt Sorunu ile ilgili bir “referanduma” dönüştürerek, bölgesel gerilimi artırma çabası olarak da okunabilir.

Bu noktada terör başı Abdullah Öcalan’ın söylediği ileri sürülen “Ergenekon Davasında Kürtler Taraf Olmasın” sözü dikkat çekmektedir.

Nabucco’nun aktif ve tam kapasite olarak çalışması için İran doğalgazının da hatta eklenmesi uzmanlarca zorunlu kabul edilmektedir.

Bununla birlikte Türkiye ile Ermenistan arasındaki yumuşama sinyalleri de Orta Asya enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden taşınması için önemli bir olanak meydana getirmektedir.
Türkiye’nin aktif diplomasi girişimleri ile oluşturduğu bu alternatifi güzergahlar, Rusya’nın Avrupa üstündeki “enerji politikası”na önemli bir darbe olabilecektir.

Tabii bunun için Türkiye’nin içeride istikrarlı bir görünüm çizmesi şart gözükmektedir. Türkiye’nin bölgemizde artan etkinliği ile beraber, tükenme noktasına geldiği düşünülen terör örgütünün saldırılarına hem kırsal hem de kentte hız vermesi düşündürücüdür.

Terör saldırılarının hedef gözeterek meydana gelmesi ve bir artış trendi içinde olması, aklımıza en kötü ihtimal olan “terörle yıldırma” taktiğini getirmektedir. Özellikle son terör saldırılarının ikisinin canlı bomba olduğu belirtilen kişilerin araçlarını havaya uçurarak gerçekleştirmeleri, birbirinden kötü olasılıkları (Iraklaşma – Lübnanlaşma) da düşündürmektedir.

Açıktır ki, Mersin’de Erzincan’da, Yüksekova’da, İstanbul’da, İzmir’de hem askeri hem de emniyet kuvvetlerine dönük terör eylemleri ile “Terör Dalgası”nın Türkiye’yi vurması; Türkiye istikrarsızlaştırılmak mı isteniyor sorusuna sebep olmaktadır.

Bu terör dalgasının, Türkiye’yi güvenlik algılamalarının, sivil siyasetin önüne çıktığı 1991-1999 arasındaki döneme geri döndürerek, sivil siyasetin alanının daraltılıcı bir etki yapmasını amaçladığı da düşünülebilir.

Türkiye’deki tüm kesimlerin mutabık olacağına inandığım şekilde hiç kimse Türkiye’nin dünyaya gözlerini kapadığı ve neredeyse demokrasinin sözde kaldığı o dönemlere geri dönmek isteyeceğini düşünüyoruz.

Bu çerçevede AK Parti hükümetine acil olarak mevcut terör dalgasını görerek, gerekli siyasal, sosyal ve tabii ki güvenlik tedbirlerini almaya gerekirse bir acil eylem planı oluşturarak, Türkiye’yi istikrarsızlaştırmayı ve artan etkinliğine son vermeye dönük girişimleri, akamete uğratma yönünde çalışmalara başlamaya çağırıyor ve tedbir alması gereğini vurguluyoruz.

Söz konusu terör eylemleri karşısında sivil siyasetin inisiyatifi elinde tuttuğunu göstermesi gerektiğine inanıyoruz.

30 Temmuz sonrası AK Parti’nin sinir uçlarının ve reflekslerinin daha hassas olması gereken bir dönemden geçiyoruz. AK Parti’nin insan kaynağını en verimli şekilde kullanacağını ummaktayız.

AK Parti en üst kademeden başlayarak bu gelişmelere set çekecek ve Yasin Aktay’ın ifade ettiği gibi “Adalet” olgusunu öne çıkartacak adımlar atmak durumundadır.

Türkiye’yi içe kapatma çabasının bir aracı olduğu görülen terör dalgasına en iyi cevap, AK Parti’nin demokrasi, adalet ve refah üçgeninde atacağı adımlar olacaktır.


Sernur Yassıkaya
Dış Politika Uzmanı
21.08.2008

BATI’NIN KAYBOLAN AHLAKİ ÜSTÜNLÜĞÜ...

Çoğu Batılı ve özellikle ABD’li uzman keşke Soğuk Savaş hiç bitmeseydi diye içinden geçiriyordur. Zaten Vladimir Putin bu yöndeki dileğini, “Sovyetler Birliği’nin yıkılışı 20. yüzyılın en büyük jeopolitik felaketidir” diyerek ortaya koymuştur. Özellikle Batılı ülkelerin 1990’dan sonra dünyanın çeşitli bölgelerinde gösterdikleri basiretsizlikler ve göz boyamalar, küreselleşme denen heyyula sonucu iyice göz önüne serilmesi, dünya kamuoyunun Batı’nın sahip olduğu değer yargılarını ve ahlakı sorgulamasına sebep olmuştur. Sovyetler Birliği zamanında Hollywood’un da yardımıyla, daha kötü örneğe karşı “ben doğru, dürüst ve iyiyim” mesajı veren ABD önderliğindeki Batı’nın foyası, Demir Perde yıkılınca ortaya çıkmıştır.

Küreselleşme ile birlikte bilgi ve iletişim olanaklarında olağanüstü artış diğer devletlere de imkan verildiği zaman gelişebilecekleri ve zenginleşebilecekleri yolunda umut olmuştur. Bu umudu en iyi şekilde değerlendiren ülkeler Çin ve Hindistan olmuştur. İki ülke de küreselleşmenin beraberinde getirdiği fırsatları, insan kaynağını belirli bir vizyon ve strateji çerçevesinde değerlendirdikleri taktirde avantaj sağlayacaklarını görmüşlerdir. İşin traji-komik yanı, 2050’lerde dünyanın süper güçleri olması beklenen iki ülkenin de bu gelişimlerini, Batılı ülkelerin küremize sunduğu iki olguyla, liberalizm ve kapitalizmi kendi değerleri çerçevesinde yorumlayarak elde etmiş olmalıdır. Kısacası, bugün Batı’ya rakip olan iki ülke ve çevre bölgeleri bir bakıma Batılı liberal-kapitalist aklın çocuklarıdırlar. Batı’da bilgi toplumunun yaşandığı süreçte, sanayi üretiminin de söz konusu ülkelere ve çevrelerine yerleşmesi, önemli bir itici güç oluşturmuştur. Sanırız ki Batı medeniyetinin, diğer medeniyetlere kibirli bakışı ve dünyada ne olacaksa bizim kontrolümüzde olur hesabı, Güneydoğu Asya’da pazardan dönmüştür. Güneydoğu Asya halkları Batı’nın algılayamayacağı bir hızla gelişim göstererek ve öğrenerek sadece taşeron olmayacaklarını göstermiştir. Batı toplumları hızla yaşlanır ve esnekliğini ve sözde dünyaya açıklığını kısmen ABD hariç kaybederken, Güneydoğu Asya ve kürenin diğer merkezlerinde, medeniyetlerin yeniden dirilişine şahit olmaktayız. İslam’ı da bu dirilen medeniyetler arasına yerleştirmekte herhangi bir sakınca görmüyorum.

Bugün, İslam dünyasında ve müslüman toplumlarda, dünya ile barışık, zamanın getirdiklerini benimsemiş genç bir nüfusun varlığı dikkat çekicidir. Bu genç nüfus İslam’ı kendileri için bir engel değil bilakis beraber yükselecekleri bir kimlik olarak görmektedirler. Türkiye’nin bu konuda önemli bir örnek olduğu kanaatindeyim.

İşte küreselleşmeyi yerel değerlere eklemleyerek meydana gelen bu yeni yükseliş, Batı’nın 400 yıldır sürdürdüğü ayrıcalığa karşı ilk önemli direniş hattını oluşturmaktadır. Bir yandan kadim Çin medeniyetinin, doğu ahlakının yükselişi, diğer yandan İslam’ın kendini yenilemesi, Batı’nın ahlaki üstünlüğüne karşı önemli rakipler olarak çıkmaktadır. Batı medeniyetinin pragmatist ve subjektif ahlaki yaklaşımının, Bosna’da, Irak’ta, Filistin’de, Afganistan’da, nükleer silahların yayılmasının engellenmesine dönük çifte standartta ve en son Doha Round’unda görüldüğü üzere şartlar aleyhine döndüğünde çözümsüzlüğü çözüm gören anlayışında iflas ettiğinin görülmesi, insanlığı yeni arayışlara itmektedir. Bu noktada insan hakları, hukukun üstünlüğü ve refah devleti gibi unsurların artık insanlığın ortak değeri olduğunu kaydetmemiz gerekiyor.

Batı artık bu değerlerin tek sahibi değildir. Avrupa’da ve ABD’de yükselen müslüman ve yabancı düşmanlığı, Batı medeniyetinin toleransının da sınırını göstermiştir. Almanya’da Türk kökenli vatandaşların görünürlüğünü artırdıkça mazur kaldıkları ayrımcılık bu sınırın en önemli göstergesidir. Kısacası diğerlerinin yükselişini görürken şimdilik sadece ahlaki açıdan da olsa Batı’nın düşüşüne şahit olmaktayız. Bir yanda piyasacılar, bir yanda askeri sanayi kompleks taraftarları tepişirken, dünyamız yeni bir doğumun eşiğinde. Söz konusu iki taraf bu doğumu engellemenin peşinde mi?

11 Eylül’den sonra dünyamızın çeşitli bölgelerinde artan gerilimler, Afrika’da yaşanan bölüşüm mücadelesi, Batı dünyasının haşarı çocuğu Rusya’nın önlenemez ve başına buyruk! yükselişi, İran ve İsrail’in karşılıklı salvoları. Son olarak Gürcistan üzerinden kopan kızılca kıyametle ortaya çıkan Batı iki yüzlülüğü, benim işgalim iyi benimkisi kötü, karşımızda sanki bir komedyanın oynadığı hissini uyandırıyor. Irak’ta, Filistin’de, Burma’da, Filipinler’de, Doğu Türkistan’da yaşananlar insanın aklına geldikçe Gürcistan paradosi insanın canını acıtıyor. İnsanın aklına ister istemez de takılıyor: sanki bir el dünyayı Rusya üzerinden yeniden ikiye bölerek, iktidarını devam ettirmek istiyor. 400 yıldır dünyayı yönetenler artık paylaşmayı da öğrenmeliler.



Sernur Yassıkaya
Dış Politika Uzmanı
19.08.2008